Meslek, Mülkiyet, Devlet ve Medeniyet
Tüm çağdaş medeniyetlerde oturmuş iki ortak payda vardır: Mülkiyet ve meslek. Ne yazık ki bu iki konu bizde henüz hak ettiği yere kavuşmuş değil. Hatta daha da ileri giderek, Türkiye’de toplumsal ilişkilerde yaşanan karmaşanın temelinde mülkiyet hukukunun ve mesleki kurumlaşmanın oturmamış olmasının yattığını söyleyebilirim.
Örneğin, biz neredeyse meslek düşmanı bir toplumuz. Bir defa, toplumun yalnızca üçte biri eğitimini aldığı mesleği icra ediyor. Ziraat mühendisi bakkal, doktor tüccar, öğretmen asker oluyor. Zaten biraz para kazanan hemen inşaat, gayrimenkul gibi rant getiren işlere yöneliyor.
Kendi işini yapan kimse memnun değil. Çünkü toplum olarak mesleklere ve meslek sahibi insana saygı duymuyoruz. İnsana saygının ölçüsü güç ve para olmuş. Oysa kapitalist ya da sosyalist herhangi bir rejim altında insanlar meslekleriyle anılır; kazandıkları parayla ya da güç alanlarıyla değil. Eğer bir meslek icra etmiyorsanız toplum dışı bir kategoride değerlendirilirsiniz. Biz de ise hiçbir mesleği, vasfı olmayan kişiler güç ve paraya hükmetmekle kalmıyor, rejimde öne çıkan isimler arasında yer almayı başarıyorlar.
Herhangi bir ülkede en saygın meslekler olan doktorluk ve öğretmenlik bizde horlanıyor hatta şiddet görüyor. Geçenlerde yaşanan iki olay vardığımız noktayı özetliyor; Birinde hasta yakını çocuğuna yeterli ilgi gösterilmediği için doktorun kafasını taşla ezdi. Diğerinde ise yaşlı bir hasta yakını yatalak eşini görmeden rapor vermeyen doktorla tartışıyor. Hekim hanım korkup polis çağırıyor. Polis de yaşlı adama ters kelepçe vuruyor. Adamcağız o esnada kalp krizi geçirip öldü.
Olayların neresinden baksan trajedi ve bu konunun mülkiyetle çok ilgisi var. Doktorun kafasını taşla ezen adamın evde dokuz çocuğu aç bekliyor. Ölen yaşlı adam ise hasbelkader emekliydi. Şimdi yatalak eşi yapayalnız kaldı. Her iki vatandaşın da mesleği ve mülkü yok. Hakları olan insanca yaşam ve muamelenin kamunun sorumluluğunda olduğundan habersizler. Onlar bu sorumluluğun hekimlere ait olduğunu sanıyorlar. Yoksulluk, eğitimsizlik ve dolayısıyla vasıfsızlıkla mahkûm edilmiş bu insanlar iktidar tarafından “en iyisine” hakları olduğu noktasında motive ediliyorlar. Ancak kamu onların bu hizmeti almaları için yeterli koşulları sağlamıyor.
Geri değiliz ama medeniyetin gereklerini yeterince idrak edememiş bir ülkeyiz. Medeni toplumlar binlerce yıldır bilim-felsefe, teknik gelişme ve hukuk gibi belli temeller üzerinde yükseliyor. Bu gelişme yolunu açan değerler, en küçük toplumsal birimden başlayıp bir coğrafyaya yayıldıkça ortaya medeniyet çıkıyor. Örneğin bugünkü Avrupa normları dediğimiz şeyler eski derebeylikler arasındaki bilim-felsefe, hukuk ve eğitim rekabetinden doğdu. İktisadi gelişme ve savaş girdabında sayısız kere mahvolan bu yaşlı kıta her defasında medeniyet temellerine dönerek ayağa kalktı. Bu normlar sayesinde toplumsal karmaşadan kurtulup yaralarını sardılar ve yeniden iktisadi-sosyal gelişmeyi yakalayıp güçlendiler. Birlik ve dirlik içinde olmanın yolunu açtılar.
Amerikan medeniyeti farklı koşullarda doğmuştur ama Avrupa’nın özellikle bilimsel-teknik birikimi üzerinde yükselmiştir. Verimli ve geniş topraklar üzerinde kendi değerlerini savaşarak yaratmayı bilmiştir. Amerikan ruhunun özü, Avrupa’nın gençliğini hatırlatan bir fetihçiliktir. Emperyalizm ise fetihten çok sermayeyle ilişkilidir. Yani eğer Kızılderili’yseniz Kovboyla savaşmanız farzdır ama onun fetihçi ruhuna düşman olamazsınız.
Çağımızın Rus ve Çin medeniyetleri de tarihten gelen güçlü Asyatik devletin ruhunu taşır. Batılılar bu ruhu çok iyi tanır ve saygı duyarlar. Onun yokluğunda yüz milyonlar açlık ve savaşlarda telef olmuştur. Bu tecrübeleri genlerinde taşıyan Doğu toplumlarının zihninde devlet daima tabudur. Avrupa varlığını sürdürmek için normlarına sarılmak, Amerika sürekli eylem halinde olmak zorundaysa Doğu da güçlü merkezi devletle ayakta durur. Zira Doğu toplumlarında kaos tehdidi dışarıdan değil içeriden gelir.
Mülkiyet hukuku ve ilişkilerinin oturmamış olmasının Osmanlıdan miras kalan toprak rejimiyle de çok ilgisi var. Çağlar boyunca az orandaki verimli topraklar belli ailelerin elinde toplanmış, geri kalan susuz topraklar “reaya” dediğimiz köylüye verilmiş. Osmanlı sistemi vergisini ödemek için yarı-aç yarı-tok köylünün sömürüsü üzerinde kurulmuştu. Bu toprak rejimi hemen hiç değişmeden cumhuriyete devredildi. Yani Cumhuriyet köylüsü de “reaya” atalarının ekip-biçtiği verimsiz topraklarda doğdu. Vergi rejimi ortadan kalktı ama topraklar aynı biçimde verimsiz kaldı. Çok partili rejime geçince köylüler üretimden ve topraktan değil ama nüfustan doğan güçlerini paraya çevirdiler. Kırsal kesim oy ve ucuz iş gücü deposu haline döndü. Sonuç olarak bugün halen birçok tarlanın tapusu yoktur. Mülkiyet hukukunun oturmaması topraktan başlamaktadır. Bu nedenle herkesin gözü sermaye-rantın dönüşümü ve el değişimindedir. İnsanların birbirinden kolayca borç istediği ve geri ödemediği bir başka ülke daha bulmak zordur. Eğer oturmuş bir mülkiyet hukukumuz olsaydı bunların hiçbiri olmazdı.
Yoksullar ülkemizde mesleksiz kişilerin neden zengin ve güçlü olduğunu sorgulamıyor ama meslek sahibi orta gelirli kişilere kolayca düşmanlık besliyor. İktidar değişik söylemler ve şikayet mekanizmalarıyla bu düşmanlığı körüklüyor. Sonuçta nitelik sahibi kişiler horlanırken vasıfsızlar yükseliyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.