“Lawfare” nedir?
Batıda 70’lerden bu yana kullanılan “Lawfare” diye hukuki bir kavram var.
Bu kavram meşru bir şikayet ile üzerine sürdürülen bir soruşturma ile adaletin bir savaş silahı olarak kullanılması arasındaki farkı anlatıyor.
“Lawfare” ünlü savaş teorisyeni Clausewitz’in “Savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır” sözünden ilham almıştır sanki. Fakat bir farkla: Prusyalı general, savaşın siyasete hizmet ettiğini söylerken daha iyimserdir. Oysa “Lawfare” da hukuk, savaşın başka araçlarla devamıdır.
Buna göre esas olan savaştır, siyaset değil.
Bir takım baskı gruplarıyla hareket eden siyasi aktörler, başka bir siyasi aktörü mahkemelere şikayet ederler. Ama bu şikayet normal bir hukuki sürecin parçası değildir. Medya baskısı ve başka yargı süreçlerinin sonucudur. Bu tür yargı süreçlerinde hukuk en başta değil en sonda devreye girer. Çünkü yargıya gidene kadar sanıklar çoktan belirlenmiş ve hatta “toplum vicdanında” cezaları verilmiştir.
Bir örnek:
Perinçek’in başında olduğu İşçi Partisi, 25 Mart 2007 günü, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na Ak Parti’nin kapatılması için başvuruda bulundu. 17 Mart 2008 günü Ak Parti’nin kapatılma davası resmen başladı. 30 Temmuzda toplanan Anayasa Mahkemesi altıya beş üye oyuyla Ak Parti’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmaktan kapatılmasına karar verdi. Ama “nitelikli çoğunluk” sağlanamadığı için karar geçersiz sayıldı. Ve bu partiye hazine yardımının kesilmesine hükmetti.
Peki neydi Ak Parti’nin laiklik karşıtı eylemleri?
Atatürk’ün imzasıyla müze yapılan ve laikliğin simgesi olan Ayasofya’yı mı camiye çevirmişti? Andımız’ı yasaklayıp, Atatürk’ün devlet nişanlarından kabartmasının kaldırılmasını mı sağlamıştı? Devlet okullarını İmam Hatip’e mi çevirmişti? Yoksa Cumhuriyet’le özdeşleşmiş Taksim Parkı’nı padişahın vakfına mı devretmişti?
Tam aksine, Ak Parti’nin ilk dönemi, herkesin bildiği gibi, en batılı, Avrupalı reformları yaptığı yıllardı.
Hemen hiç “İslamcı” adım atmadığı halde “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” imajı iktidara gelmesinden itibaren çizilmişti.
Bu da bir tür “Lawfare”dı. Çünkü işin içinde medya, yargı, sermayenin ve ordunun bir kesimi vardı.
Ancak o zamanki sosyo-ekonomik dengeler, uluslararası ilişkiler Ak Parti’nin kapatılmasına izin vermedi.
Bu noktada sermaye faktörünü de göz ardı etmemek gerekir. Zira ardında sermayenin, paranın olmadığı bir “Lawfare” mümkün değildir. Her “Lawfare” sürecinin ardında büyük spekülasyonlar, para aklama operasyonları ve büyük miktarda sermayenin el değiştirmesi olayı vardır. 2008’de Ak Parti’nin kapatılmama sebeplerinin başında sermayenin çıkarlarının zarar göreceği tereddüdünün ağır basması vardır.
O zamanki Amerikan gazeteleri AKP’nin kapanma davasını bir “judicial coup d'etat” yani “yargı darbesi” olarak nitelendirmişlerdi.
“Lawfare” bir tür “yumuşak darbe” değildir ama ucu anayasal düzenin kesintiye uğramasına kadar giden yolun başlangıcıdır.
İşte “Lawfare”ın siyasal niteliğini belirleyen yer burasıdır.
Örneğin, askeri darbeler “Lawfare” değildir. Bir rejimin kendini korumak için içerideki bir “tehdidi” bloke etmesi, otoriter ya da diktatörce bir eylem sayılabilir. Ama sonuçta rejim bloke edilen bu istisna hariç muhafaza edilmektedir.
12 Eylül darbesinde siyaset ve anayasal haklar tatil edilmişti. Siyasal idare bazı değişikliklere uğramışsa da cumhuriyetin temel niteliklerine dokunulmamış ve tekrar partiler rejimine geri dönülmüştü.
12 Eylül sonraki yıllarda bölücü ve laikliğe aykırı eylemlerde bulunan partiler yine kapatılmıştı. Ama siyasal sistem işlemişti. Bu kapatmalar bir kesimin lehine fayda sağlamak amacıyla değil, rejimdeki bir istikrarsızlığı sona erdirmek adına yapılmıştı.
Çünkü rejim herhangi bir siyasal kesim yararına değil kendi bekasına hizmet etmişti.
Oysa “Lawfare”da belli bir siyasal kesim, kendini rejim yerine koyarak hareket eder.
Bunun kaçınılmaz sonucu ise rejim değişikliğidir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.