Bu selalar kimin için okunuyor?
Hisler tartışılmazdır. Ergenekon, Silivri Süreçlerinde “Mustafa Kemal’in Askeri” gibi hisseden biri Ayasofya Cami’de kendini “Fatih’in Yeniçerisi” olarak görebilir. Bu ikisinin aynı ya da farklı tarihsel anlamlar taşıyıp taşımadığı ise kişilerin hislerinden bağımsız olarak tartışılabilir. Ancak bir insan kendini öyle ya da böyle hissediyor diye yargılanmaz.
Gazeteci Nedim Şener’e kendini Yeniçeri hissetmesi sebebiyle “gericilik” atfetmek mantıksızdır. Mesela Nedim bey “kendimi Ayasofya’ya adını kazıyan Viking Halvdan gibi hissediyorum” deseydi bu onun eline baltayı alıp yağmaya gideceği anlamına mı gelirdi?
Fatih ile Atatürk, Ayasofya ile Anıtkabir birbirinin anti tezi değil, birbirini tamamlayan değer ve anlamlar ifade ediyor bizim için. Kaldı ki mesele laiklikse Fatih’in Atatürk’ten aşağı kalır yanı yok. Ne kadar vakıf varsa hazineye geçirmekle tarihe nam salmış bir sultandı Fatih.
Mesele Ayasofya mı Anıtkabir mi, Yeniçeri mi Kemalin Askeri mi meselesi değil. Ayasofya’nın açılan kapısının bizi nereye ulaştıracağı gibi çok önemli bir soruyla karşı karşıyayız.
Toplumca her şeye o kadar pragmatik yaklaşıyoruz ki bu yüzden hiçbir olayı bir gücün uygulanmasından bağımsız biçimde tartışamıyoruz. Ayasofya gibi bin beş yüz yıllık bir mabet, insanlığın en önemli eserlerinden biri tarihsel ve teolojik anlamlarından soyutlanıp, salt bir fetih objesine indirgenebiliyor. Bir defa hadise dini açıdan bile sorunlu. İslam’da kilisenin camiye çevrilmesi diye bir uygulamanın ne kadar kabul gördüğü tartışmalı. Diğer yandan artık “Fetihler Çağı”nda yaşamıyoruz ki biz burayı fethettik, istediğimizi yaparız diyebilelim.
Buna rağmen kılıcı çektik. Çektik ama neden? Fetih geleneği diye açıklıyorlar ama her gelenek bir mesaj taşır. Burada kılıcın iki yüzü var: Biri devleti diğeri dini temsil ediyor. Yani Cihat ve iktidar aynı elde toplanmış demektir. Bu yüzden Ayasofya’da çekilen kılıç dışarıda Cihat, içeride de “kılıç artıkları”na (laik kesimlere) verilen bir “akıllı olun” mesajı gibi algılanmıştır.
Üstelik bir de lanet okundu mimberden. Orjinal Vakıf belgesinde böyle bir lanet var mı o da belli değil. Ama bu tarz lanetlerin vakıf malını çalanlara yönelik yazıldığını tarihçiler açıkladılar. Vardı ya da yoktu, asıl önemli olan bu lanetlemenin neye hizmet ettiği. Yani Ayasofya’nın müzeden Camiye dönüştürülmesine bir gerekçe olarak mı okunuyor bu lanet yoksa Atatürk’e, laikliğe karşı mı?
Hangi gerekçeye dayanırsa dayansın akılcı bir toplum lanetler ve kehanetler üzerinden inşa edilemez. Toplumu yönetenler kaynaklarını lanet ve kehanet üzerine kurarsa gerçeklikle o toplum arasına bir perde örülmüş olur. Her şey gizemli hale gelir. Mistisizmin en az olduğu din olan İslam adına bunun yapılması ise daha ilginçtir.
İşin başından itibaren sorunlar yumağı halinde geliştiği ortada. Cumhuriyetin kurucu önderleri Atatürk’ün, Celal Bayar’ın altına imza attığı bir kararnamenin 86 yıl sonra Danıştay eliyle iptal edilmesi tarihimizde büyük bir kara deliğe dönüşebilir. Bu usulün tartışmasız kabulü sonucunda Atatürk’ün altına imza attığı her kararın iptalinin yolu açılmış gibi görünüyor.
Nedim Şener’in Ayasofya’daki sevinci bir özlemi, halkla beraber olmanın coşkusunu yansıtıyor. Fakat vatansever bir aydın ülkesinin uzun vadeli çıkarlarını duygularının önüne koyarak düşünmeyi bilmelidir.
Hatırlatayım, çok değil 7-8 sene önce gözümüzün önünde TC. tabelalarının indirildiğine tanık olduk. Bugün Ata’nın imzası geçersiz sayılıyorsa yarın TC. tabelaları gibi Türk’ün adı da silinebilir demektir.
İktidar çevrelerinin Kanal İstanbul gibi projelerle Montrö Sözleşmesine, Cumhuriyetin senedi olan Lozan Antlaşmasına muhalefeti ortada dururken, Atatürk’ün imzası geçersiz sayılırken, okullar İmam Hatipleşip Arapça harflere geçişin propagandası yapılırken ve mahkemeler İslam hükümlerine göre gerekçe oluştururken bir aydın ülkesinin geleceğini düşünmüyorsa neyi düşünebilir ki?
Kuşkusuz düşünüyordur ve Cumhurbaşkanlığı sözcüsünün ifade ettiği gibi “yeni bir hikaye” yazmak üzere kararını vermiştir. Uzun vadede Lozan iptal, kısa vadede Hilafet ilan edilecektir. Arapça harflere geçiş zorlanacak, kanunlar dini hükümlere uygun hale getirilecektir. Barolar gibi hukuk rejimi de parçalanacaktır. Atatürk, Diyanet İşleri Başkanı’nın açıkça söylediği gibi “ölen ve geçmişte kalan” birisine dönüşecektir. Bunun sonucunda Anıtkabir devlet törenlerinden çıkartılacak ve dinen kapatılıp Atatürk’ün naşının bir devlet mezarlığına nakli uygun olacaktır. Ayrıca Ayasofya yeniden fethedildiğine göre İstanbul da bu yeni hikayede başkent olarak hak ettiği yere kavuşacaktır.
Tüm bunlar “yeni bir hikaye yazmak” için şarttır. Peki ya yeni bir millet yaratmak için yeterli midir?
Yetmez, yetmeyeceği acı bir şekilde tecrübe edilecektir. Çünkü bugünün tek bağımsız Türk ulus-devleti olan Türkiye Cumhuriyeti sadece milyonlarca insanın kanının aktığı bir tarihsel sürece değil binlerce yıl önce bu topraklarda kurulmuş medeniyetlere dayanmaktadır. Bu nedenle Ayasofya’nın fetih öncesi tarihini kucaklamış, aynı mantıkla başkentin simgesini Hitit Güneşi yapmıştır.
İnsan yaş aldıkça tarihe soğukkanlılıkla bakmayı öğreniyor. Büyük medeniyetlerin insanlarıyla beraber yok oluşlarının tarihte istisna olmadığını görüyor.
Aklıma ortaçağdan kalma bir İspanyol şairin şu dizeleri düşüyor: “Hiç kimse bir ada değil; herhangi birinin ölümü beni üzer. Çünkü kendimi tüm insanlıkla bütünleşmiş hissediyorum. Bu yüzden asla sorma Çanlar Kimin İçin Çalıyor diye; senin için çalıyor”(John Donne)
Biz de her selayı kendimize okunmuş gibi hissediyor, bir hayır duası etmek için musalla taşının önüne koşuyoruz. En azından bir hayır duası için…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.