Ah bir de nükleer füzemiz olsaydı…
Arjantin’de bir bakkalın kapısına şöyle bir kağıt yazıp asmışlar: “Türkiye 1915’te 1,5 milyon Ermeni’yi öldürdü. Şimdi 3 milyon Ermeni’yi daha öldürmek istiyor”.
Arjantin son iki asırda kurulmuş bir ülke. Bu yüzden Asya’nın binlerce yılda oluşmuş tarihi, kültürü, milletleri, gelenekleri, çatışma ve savaşları daha sayısız özelliğini anlamaları mümkün değil. Fakat iki ülke arasında savaş gibi güncel bir mesele hakkında fikir sahibi olmak için çok da tarih bilmeye gerek yok.
Bakkal Ermeni değil. Hayatında ne Ermenistan’ı ne de Türkiye’yi görmüş. Aslına bakarsanız okyanusun bu tarafına geçmemiş bile.
Bazıları da bu yazıyı çok beğenmişler, sosyal medyada paylaşıyorlar.
“Bunu nereden çıkardığınızı sorabilir miyim” dedim. İlk önce biraz şaşırdılar. Sonra öfkeli bir şekilde yüz sene önceki hadiseyi bugün olmuş gibi yorumlamaya başladı. Savaş, coğrafya, Osmanlı’nın durumu, batı, Rusya, din ve milliyetler sorunu hiçbir konuda bilgisi yok. Ama mahalledeki “hacı bakkal” misali kendini her konuda otorite olarak görüyor.
Zaten derdim geçmişi tartışmak da değil. Beni rahatsız eden şey biraz okumuş etmiş kimselerin bakkala sanki bir politik deha gibi yaklaşmaları, düpedüz cahil olan bu adamın davranışını pohpohlamaları.
Azerbaycan’la Ermenistan arasındaki Dağlık Karabağ sorununu dilim döndüğünce izah etmeye çalıştım. Çatışmanın bu iki ülke arasında olduğunu anlattım. Türkiye’nin Azerbaycan’a destek vermesinin bölgesel bir güç olmasıyla, Azerilerle akrabalık bağının bulunmasıyla ama en çok da bu ülkeyle petrol ve gaz hatları üzerinden bir enerji ortaklığıyla ilgisi olduğunu ifade ettim. Kimsenin Ermenileri yok etmeye ve Ermenistan’ı işgale kalkışmadığını söyledim.
Cehalet bilgiden değil sloganlardan beslenir. Eğer akılda kalacak etkili bir slogan bulursanız hiçbir bilgi onunla baş edemez. Bir sloganın içine 1,5 milyon, 3 milyon ya da 25 milyon gibi yuvarlatılmış rakamlar sıkıştırırsanız daha da etkili olur. Bu tekrar edilmeye ve insanların aklında kalmaya müsait bir durum yaratır.
Mesela her gün Korona’dan 50, 100, 1000 kadar insanın öldüğünü tekrar ederseniz insanlar inanmasa da bu geçerli bilgi haline gelir. Oysa ölenlere otopsi bile yapılmamaktadır. Çünkü her ölene otopsi yapmak olanaksızdır. İnsanlar Korona’dan ölmüyor demek istemiyorum. Sadece rakamların kullanışlı kabuller yarattığına işaret ediyorum.
Rakamlarla oynamak kolaydır. Onları istediğiniz gibi eğip bükebilirsiniz. Böylece toplumlara sınırlamalar koymak ve onları bir takım bedeller ödemeye ikna etmek kolaylaşır.
Ancak bunu yapabilmek için önce onlarca yıldır kabul edilmiş yargı, üniversiteler ve bilimsel kurullar gibi otoritelere sahip olmalısınız. Her iktidarın anayasayı istediği gibi değiştirdiği ülkeler bunu başaramaz. Devletin doktrininin ve temel kurumlarının salt meclis aritmetiğine dayanarak etkisizleştirildiği, iktidarların üniversitelere kendi beğendiği kişileri atadığı memleketlerde tüm otoriteler tartışmalıdır.
Bu yüzden basın, yayın ve propaganda araçları da etkisizdir. Çünkü bilginin sırtını sağlam bir otoriteye yaslamazsanız inandırıcılığı olmaz. Bir de her türlü bilginin kendine ait otoritesi olur. Mesela Papa Roma’daki San Pedro Meydanında bir pazar çıkıp uzay fiziği, diğerinde hukuk, bir başka hafta askeri konuda fetva verse kimse dikkate almaz. Ama CERN’de çalışan bir fizikçi bize kara delikler konusunda bir şey söylediğinde onun bu konudaki otoritesine güveniriz. Ya da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bir karar alırsa tartışmasız kabul edilir.
Bilgi doğru bir otoriteye dayanmadıkça geçerliliği yoktur. O nedenle kurumlaşması geri kalmış toplumlar sürekli bilgi üretme ihtiyacı duyarlar. Üretilen bilgi doğru bile olsa kısa sürede unutulur. Çünkü onu sağlam ayaklar üzerine oturtacak yetkin kurullardan mahrumdur. Bu sorumluluk sadece televizyon, sosyal medya gibi spekülatif araçlara yüklenir.
Böyle bir durumda gazetecilik sıfatı bile taşıyamayacak kişiler entelektüel, siyaset üretmeyen kimseler de politikacı rolü üstlenirler. Papa’nın bile yapmadığını yapar askerlere askerlik, hukukçulara anayasa öğretmeye kalkar.
Rakamları havada sallayarak bir haftada Yunanistan’ı işgal, ötekisinde nükleer füze yaptığınızı hayal edebilirsiniz ama bu sizi kendi gerçekliğinizden uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz. O bakkal gibi her gün daha fazla yoksullaşır, geriye gider ve çaresizleşirsiniz.
Aslında “on yıl önce buralar böyle değildi. Kolombiya sokaklarında Tarkan dinlenir, Şili’de her kafede Türk dizileri konuşulurdu” diyeceğim ama zaten on yıl önce dünya farklıydı.
Z kuşağının tıkladığı, “Boomer” kuşağının yönettiği, iletişimin 5G ile yapıldığı, tek tek bireyler arasında görünmez uçurumların olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Umursamazlık Çağındayız. Artık kimsenin kimseyi ikna etmek gibi bir derdi yok.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.