Millete farklı bir bakış: Bey-boy-soy
Masa arkasında gece ve gündüz,
Bir ömür erittim taze söz için,
Gelsin taze fikir, gelsin taze söz,
Dün yazdıklarım eskidi bugün.
Bahtiyar Vahapzade
Durkheim’in sanayi toplumunun sorunlarından yola çıkarak böyle bir toplumda ahlaki bir düzeni arama çabalarına karşı Gökalp; Türk toplumunun unutulmuş değerlerinden yola çıkarak kültürel ve sosyolojik bakış açıları geliştirmeye çalışmıştır.
Sosyoloji batı toplumunun; klan, moity, firatri, aşiret, kabile ve bunların gelişme, ilerleme ve birleşmesi ile de fodalite aşamasına geldiğini yazar. Bizim de için de bulunduğumuz doğu toplumları için ise klan, aşiret ve kabilelerin birleşmesi ile beylikler ve ayanlıkların teşekkül etmiştir.
Gökalp ünlü eseri “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak”da toplumların kavim, ümmet ve millet aşamalarından geçtiğini söylemiştir. Bu anlamda da milliyetçiliği kavim, budun ve ümmet şuurundan daha farklı bir yere koymuştur.
Ona göre milliyetçilik ne kavim şuuru, ne budun şuuru, ne de ümmet şuurudur, doğrudan doğruya millet gerçeğinin ideolojisidir. Ve o “hem İslam’a inanmanın, hem de milliyetçiliğe yönelmenin bir çelişki” olamayacağını kesin bir biçimde ortaya koymuştu. Ümmetçilik yapısı içinde milliyetçilik, kendi egemen gurubuna yönelme şuuru olarak ortaya çıkıyordu.
Diğer yandan AugusteComte, toplumların geçirdiği aşamaları belirleyen ve şekillendiren üç insan zihniyetinden söz etmektedir. Ona göre insan düşüncesi tarihsel süreç içerisinde sırasıyla üç aşamadan geçmiştir.
O, teolojik hal olarak nitelendirdiği birinci aşamada, insan düşüncesi dünyayı doğa üstü varlıklarla açıklamaya çalıştığı ve mutlakı aradığını ileri sürmüştür.
İkinci hali oluşturan metafizik halde, insan düşüncesi, tam erdem, özgünlük, doğa, eşitlik gibi bir takım soyut güçlerin etkisi altındadır. Dünyadaki her şeyin nedenini bunlara göre tarif etmeye ve anlamaya çalışmaktadır.
Comte’unpozitivist hal olarak nitelendirdiği üçüncü aşamada ise, insan düşüncesi, somuta yönelik bir nitelik kazanır. Gözlem, deney ve inceleme yoluyla somut varlıkları ve belirgin gerçekleri incelemeye yönelir.
Zihni ve toplumsal açıdan milletlerin geçirdiği aşamaların birbirlerine büyük ölçüde benzemekle birlikte çok önemli farklılıkların da olabileceği rahatlıkla söylenebilir. Bu yüzden Türk toplumunun geçirdiği zihni ve fikri bağlantıları kendi sosyal gerçeğimize uygun bir biçimde ortaya koymak büyük bir zorunluluktur.
Bu çerçevede Gökalp’ın sosyolojiyi Türk Milletinin gerçeğine indirgeme çabalarını takdirle karşılamak gerekir. Milli ve millet gerçeğimize katkı sağlamayan bir uğraşıya bir dakika zaman ayırmak bile israftır.
Bu nedenle toplumsal hayatımızın tarihi serüvenini bazı istisnaları dairenin dışında tutarak kategorize etmenin mümkün olabileceğini düşünüyoruz.
Hiç bir genelleme özel oluşumlara taban tabana uygun düşmez. Bu yüzden bir toplumun özeline ilişkin unsurları aramakta, farklılıklarını belirlemede, genelden ayrılan ve onunla birleşen yanlarını ortaya koymada büyük yararlar vardır. Bu aşamada biraz daha anlaşılır ve kullanılabilir yaklaşımlara yönelmek düşünürlerin görevi olmalıdır.
Türkler tarih sahnesinde -o dönemden kalan efsane, destan ve kitabelerden anlaşıldığına göre - ilk görünmeleri karizmatik kahramanların teşkilatlandırdıkları topluluklarla olmuştur.
Oğuz Kağan, Mete Han ya da Kürşat ismi aynı zamanda Türk topluluklarını anlatıyordu. Bir toplumu ya da milleti o toplumun başımdaki bir “bey” temsil ediyordu. Türk ananesine göre Bey (hakan) milletin atasıdır. Yedi evliya kudretine sahiptir. Devlete ve onun müesseselerine karşı isyan en büyük günahtır. O doğaüstü güçleri olan, toplumunu düşmanın esaretinden, açlığın sefaletinden kurtaran bir efsanedir.
Kutadgu Bilig’de Türk Hakanına hitaben “Beğ sen bu makama kendi gücün ve isteğin ile gelmedin onu sana Tanrı verdi” diye yazmaktadır. Bu anlayışta Tanrı tarafından Kut; kısmet ve bilgelikle donatıldığı için iş başına gelebilmekteydi. Açlarını doyuran, çıplaklarını giydiren, düşmanlarından onları koruyan ve hatta onları refah içinde yaşatan “bey”di.
Daha sonra kurulan Türk Devlet ve imparatorluklar ise belirli Türk "boy"larına dayalı olarak tarihteki yerlerini almışlardır. Bey’lerin şu veya bu biçimde zayıflaması, esir düşmesi ya da ölmesi durumunda “boy”lar milleti temsil etmeye başlamışlardır.
Bir boyun diğer boyları denetim altına alması ile toplumsal sükûn ve istikrar yeniden avdet etmekteydi. Boylar arasında vuku bulan ve yönetimde egemenlik, nüfuz ve etkinliği sağlama mücadelesinin günümüze kadar uzayan kalıntıları hala canlıdır.
Türk boylarının birçoğu o zamanlar ayrı ayrı il tutmuş ve kendilerini diğerinden farklı göstererek meşruiyet sağlamak için de farklı simgeler hatta şiveleri farklılıklarının bir işareti olarak kullanmışlardır. Bugün Orta Asya’daki Türk topluluklarının ayrı bayrak ve farklı yönetim altında toplanmalarının sebeplerinden birisi de budur.
Manas’ı, Köroğlu’su, Dedekorkut’u, Mevlana’sı, Yunus’u, Yesevi’si, inancı ve peygamberi aynı yani kültürü bir, siyaseti farklı Türk toplulukları bu anlayışın ürünüdürler. İşte bu yüzden Oğuz boyu, Karaman boyunu hercümerc etmeden önce birliğini ve düzenini Anadolu’da bir türlü sağlayamamıştı.
Özbekistan Özbek Bey’in, Selçuklu Devleti Selçuk Bey’in, Osmanlı Devleti Osman Bey’in özelinde Türk Milletinin kurduğu devletlerdi. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu yazdığı bir şiirde “Kim derdi Kürşad kemikle etti/ O bir kişi değil o bir devletti” der.
Kişinin devletleştiği, devletin kişide vücut bulduğu bir durumdan söz eder. Bey/boy dönemlerinde fail fiilini, soy döneminde ise fiil failini yaratacaktır. Kişiler eserleri değil, eserleri kişileri var edecektir.
Devamı gelecek...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.