KUTSAL ŞEHVET
Bütün küresel manipülasyonlara rağmen İNSANLIĞIN BUGÜNÜ; sayısal çoklukların “insanî alan”ı daraltan taka tukası içinde hiç de sevimli durmuyor. Kaynakları küreselleştirip (Batının Küresi) çıkarları bloke eden emperyal oyun kurucular; her gün, her bireye dijital bir hayat arka fonu dayatıyor, kutsalları flulaştırıp bağırsaklara görünürlük alanı açıyor.
Fransız ihtilâlıyla dişlerine ve tırnaklarına düşünsel bir arka plân oluşturan Batılı iştiha; yalnızca tabiatın tabiatıyla değil, kavramların da “tabiatıyla” oynuyor ve onlardan obez kursağını besleyecek “razı oluşlar” bekliyor. Hülasa, materyal zeminde çoğalan hayat; “insanı” ve “insani olanı” azaltıyor.
İNSAN’IN sesi, bağırsakların gurultusu arasında kaybolup gidiyor. Gittikçe kayboluyoruz ve gelecek terzileri; maddenin sınırları dâhilinde kalmak kaydıyla, yeni sentetik hayat modelleri üretiyor, yeni siparişler topluyor. Belirlenmiş modeller arasında, dayatılmış “EN İYİ”yi sipariş edebilmek için bütün kutsalları dövize çeviriyor; dövize çevriliyoruz.
Ben diye başladığımız hiçbir cümlede, bizim olmadığımızı aynalar göstermiyor. Her gün, hayatımızın her köşesine taşınan verileri kendi kanaatlerimiz sanıyor, içimizdeki “fıtratın insanını” oyalayıp duruyoruz.
Tarihin makastarları; feryat denemek isteyenler için plastik notalar, zamanı olmayanlar için dijital ağıtlar üretiyor. Ağlayamıyor, feryat edemiyor, isyan edemiyor, kendi yapısal kusurlarımızı muğlâk bir dış mihraka havale edip kurtulacağımızı zannediyoruz.
Her hayat seviyesinden, her zaman ve mekânda; fıtratın insanına dönüşün mümkün olduğunu unutuyoruz. Zira emperyal güçlerin elimize tutuşturduğu reçete, bizim bu uyku halimizin devamını öneriyor.
Bâtıl ve Batılı vahşetin; her “uygulama” öncesi, Müslüman ülkelerin sözüm ona aydınlarının(!) kafasında kavram sirki kurduğunu göremiyoruz. Bizi, Kur’an-i retoriğe taşıyacak bütün kavramların genleriyle oynamak rolünün yine bize bahşedilmiş olması, içimizdeki şehveti kutsallaştırıyor. Kırdıkça kırıyor, kutsallarımızın içeriğini boşalttıkça boşaltıyoruz. İthal iştihalar; bu yıkma arzumuzu “kutsal bir şehvete” dönüştürüyor.
Kur’an-i retoriğin kutsallarına açlığımız, gerçek açlığımız; elimize tutuşturulan lütfedilmiş yıkma yetkileri ve plâstik oyuncaklarla yatıştırılıyor ve koro şefinin talimatıyla “DOYDUĞUMUZA İMAN ETTİK” diye yırtınıyoruz.
Tırnak içinde söylersek; Müslüman ülkelerin aydınları, oltanın olta olduğunu bilse de, kancası gümüşten olunca dayanamıyor. Varlığını Batı’nın alkışına borçlu bu sefil güruhun; kültür geni bozmadaki ustalığı, maalesef vahşeti dine dönüştüren emperyal oyun kurucuları aratmıyor.
Bu sefil güruh; bu hayhuy içinde, kendisine gösterilen tek fotoğraf olan “geri kalmışlık” siluetini ; “MÜSLÜMAN OLMANIN KAÇINILMAZI“ çizgisinde algılıyor ve habire kendi inanma kodlarına saldırıyor.
Bütün iletim dizgeleriyle markalaştırılan şehvetler; Müslüman aydını da materyalist retoriğin zeminine çekiyor. Entelektüel makyajlar; sözüm ona “Müslüman aydının bu aczi”nin marka değerini artırıyor.
“Müslüman kalarak” günah işleme şehveti; Müslüman’ın yaşama formatını laylondan maskelerin iğdiş ettiği kadük bir “YAŞANMAZ YAŞAM”a dönüştürmüş bulunuyor. Bu; İslami soslarla bezemeye çalışılmış kaba-materyal yaşama sakilliği, bir yandan Kur’an-i hakikatin lezzetini tatmış gerçek mümini umutsuzluğa sevk ederken, diğer yandan emperyal tırnaklara referans oluşturuyor.
İşte tam da bu noktada siyasetçi İslam aydınlarının kulağına tam 99 kere haykırmak gerekiyor: “A benim din satıcım, a benim beyni tel örgülerle çevrilmiş sirk maymunum; KURAN, HİÇBİR YAŞANMAZ YAŞAMIN, HİÇBİR KUTSAL ŞEHVETİN MUKADDES ARKA PLANI DEĞİLDİR.”
S. Ağa Baydili
Siyasetcafe.com
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.