Anti emperyalizm her derde deva mı?
Geçmişte, bizim gibi ülkeler için genel bir kategori vardı; kendimizi “üçüncü dünya” olarak tanımlardık. Aslında bu ABD ya da Sovyet kamplarına dahil olmayan görece bağımsız devletleri ifade etmek için kullanılan bir kavramdı. NATO üyesi Türkiye nasıl “üçüncü dünya”yadahil olabilir diye bir soru akla gelebilir. Aslında bizim durumumuz biraz Küba’ya benziyordu. Zira Sovyetler Birliği’yle askeri-ekonomik-siyasi alabildiğine derin ilişkilere sahip bu ülke, coğrafyasının verdiği avantajla Varşova Paktı dışında davranabiliyordu.Türkiye de Sovyetler’in yanı başında bir ülke olarak nispeten Atlantik İttifakı’ndan özerk bir konuma sahipti. Bu yüzden Sovyetler Birliği hiçbir zaman Türkiye’deki sol hareketlere destek vermedi. Tam tersine içlerinde karışıklık çıkaracak biçimde manipüle etti. Kendi aygıtı olan TKP’yi bile daima frenledi. Sonunda da tasfiye etti.
“Üçüncü dünya”cılıkta en büyük çelişki Çin’in konumuydu. Bu ülke 1960’ların ortalarından başlayarak Sovyetler Birliği’ne karşı ABD ile aynı kampta yer aldı. Çin’in ABD ile kurduğu ortaklık sadece Sovyetler’i hedef alan bir “sosyal emperyalizm” teorisinden ibaret değildi. ABD’nin 1970’lerin ortasında inşa etmeye başladığı “neoliberalizm” ve Doğu Bloğunun yıkıldığı 1989’dan itibaren ilan ettiği “globalizm”in en büyük ortağı Çin’den başkası değildi. Çin, uluslararası kapitalist sistemin küresel egemenliğinin motor gücü olarak bugünlere geldi. Oysa Türkiye sınıfındaki ülkeler hiçbir zaman bu tür bir ortaklık kuramadılar. Hep batılı finans merkezlerine yakın durduk. Fakat ne küresel düzenin işleyişinde vazgeçilmez bir rolümüz ne de gerçekten karar merkezlerinde ağırlığımız oldu.
Türkiye 1950 sonrası zengin batılı sofralara oturup yarı aç kalkmanın “şerefiyle” yetindi. Fakat birkaç yıldır bu lütuftan da yoksunuz. Batılı merkezler, Türkiye’den ekonomik fayda görmeseler ve güvenlikleri için desteğe ihtiyaç duymasalar hiç ilişki kurmayabilecek noktaya geldiler. Bunun yarattığı tehdidin farkında olan iktidar, Fransa’da yaptığı gibi, en azından müşteri olarak ilişkiyi canlı tutmaya çabalıyor. Diğer yandan bir beklentisi kalmayan iktidar cephesi alabildiğine batı karşıtı bir söylem geliştiriyor. Yer yer solun anti emperyalist terminolojisinden etkilenen bu dilin yüzeyselliği tartışma götürmez. Zira iktidar çevreleri dün olduğu gibi bugün de her politikanın merkezine kendi kısa vadeli çıkarlarını koyuyor. Ulusal sorunları bile bu bakış açısıyla ele aldıklarından birleştirici değil ayrıştırıcı sonuçlar doğuyor. Anlaşılan bu ayrışma, muhalefetin önemli bir kesimi tamamen gayrı milli hale gelene dek devam edecek.
Bu koşullardasoru, iç siyasetteki ayrımınanti emperyalizm miyoksa “demokrasi” üzerinden mi olacağı.
Cevabı belirleyen iki olgu var. İlki,savaşın başlangıcında Türkiye’nin Atlantik planlarına katılarak Suriye’deki çatışmaya müdahil olması. Bu olgu ABD ile bölgede karşı karşıya gelmek dahil her türlü milli adımda bir soru işareti olarak durmaktadır. Örneğin, Afrin müdahalesinde Türkiye’nin milli sınırlarını koruma refleksini ÖSO’nun varlığı gölgelemektedir. Harekat Suriye’yle varılan bir anlaşma neticesinde gerçekleşmedi. Bir yandan Suriye’nin toprak bütünlüğü garanti edilirken diğer yandan PYD unsurlarından arındırılan bölgelere ÖSO’nun yerleştirilmesi iktidarın niyeti konusunda kuşkulara neden olmaktadır. Bu da hafızaları tazeleyerek savaşın başlangıcında içinde yer aldığımız ittifaka dönüş için bir açık kapı mı bırakılıyor, sorusunu akla getiriyor. Yani Suriye’nin toprak bütünlüğü ve anti emperyalist söylem tam yerine oturmuyor.
İkincisi, pek konuşulmasa da rejimin giderek sertleşmesi. On binlerce siyasi tutuklunun bulunduğu bir ülke pek “normal” sayılmasa gerek. Tutuklu milletvekili sayısı on beşe ulaştı. Bir rejimin gidişatında en net veriler cezaevlerinden gelir. Tek tip elbise kararı bunun bir örneği. Başka acı olaylar, haksızlıklar da kulaklarımıza geliyor. OHAL’in kısa vadede kalkması beklenmiyor. KHK’lar yasama ve yürütmeyi çok aşan bir etkinliğe sahip. Partiler kapatılmıyor ama sistem içindeki rolleri ortadan kalkıyor.
AKP, 2007’de DYP-ANAP’ın tasfiyesinden bu yana merkez sağı kendi içinde eritmişti. Başkanlık referandumundan bu yana MHP’nin de AKP’leşmesiyle artık tüm sağı iktidar temsil ediyor. Merkez solu temsil eden CHP de rejim içindeki eski tamamlayıcı konumunu yitirmiş durumda. CHP’nin İstanbul’da Canan Kaftancıoğlu tercihinin altında da böyle bir gerçek yatıyor. Partiler arası geçişkenliğin ortadan kalktığı, artık “normal” söylemlerle siyaset yapmanın imkansızlaştığı koşullarda CHP sistem dışına itiliyor. Enis Berberoğlu’nun tutuklanması da CHP’de önemli bir travma yarattı. Anayasa mahkemesinin Mehmet Altan’a tahliye kararına iktidarın verdiği tepki orta vadede sürecin yumuşamayacağının bir işareti olarak algılandı. Bu şartlarda ana muhalefetin ülkenin bekasından çok kendi geleceğiyle ilgileneceğine kesin gözüyle bakabiliriz.
Sonuçta Türkiye, bir Vietnam değil. Avrupa sınırlarında, imparatorluk geleneğinden gelen ve zengin demokrasi tecrübesine sahip bir ülkeyiz. Vietnamlılar 400 yıl Fransızların kölesiydi. Amerikalılar hikayenin sonuna yetiştiler. Vietnamlılar için işgalciyi kovmak her şey demekti. Sosyal devlet, demokratik temsil vs. bunlarla ilgilenmediler. Oysa Türkiye’de siyaset daima çeşitlilik arz etmiştir. Siyaset ve düşünce dünyamız her zaman zengindi. Aksi taktirde her askeri darbeden sonra siyaset nasıl hızla toparlanabilirdi ki?
Şimdi kaygı işte tam da siyasetin bittiği koşullarda başlıyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.