Dr. Binnur ÇELEBİ

Dr. Binnur ÇELEBİ

Zamanda bitmeyen yolculuk: Arkeoloji

Zamanda bitmeyen yolculuk: Arkeoloji

Hemen hemen herkes ilk etapta arkeolojiye hayran görünür. Çoğunun en büyük hayali arkeolog olmaktır. Ancak, genel olarak mezarcı olarak tanınırız. Bazılarına göre de çanak çömlekçiyiz.

Birçoğunun tarlasında ya da köyünde mutlaka aranılacak bir define vardır. Bunlar bizi bulduklarında bırakmak istemezler ve en çok iş teklifi de bunlardan gelir. Ülkemizde ne yazık ki arkeologdan çok defineci var.

Oysa arkeolog olmak bir gönül işidir. Bir aşktır...

Düşünsenize binlerce yıllık toprağı ilk siz kazarsınız. Kimsenin dokunamadığı kralların, kraliçelerin mezar topraklarını heyecandan yüreğiniz ata ata ilk siz avuçlarsınız. Binlerce yıl kimsenin haberi dahi olmadığı bu iskeletlere ilk dokunan siz olursunuz.

Mezardaki paha biçilmez eserleri tutarken gösterdiğiniz hassasiyeti belki de en sevdiğinize bile göstermezsiniz. Altından yapılmış şaheserlerin üzerindeki toprağı temizlerken paranın ne kadar da önemsiz olduğunu düşünen de yine ilk siz olursunuz. Ve bunların kime ait olduğunu bulup da bilim dünyasına ilk duyuruyu yaptığınızda da tarihe ilk ışığı saçan yine sizsiniz.

Fakat bu meslek ülkemizde hak ettiği ilgiyi ve değeri görmüyor. Bu konuda toplumu değil devleti ve sistemi kusurlu görüyorum. Düşünsenize bizim toplum ilk olarak 19. yüzyılda arkeoloji ile tanışıyor. O tarihlere kadar böyle bir algılama yok.

Osman Hamdi Bey gibi, Halil Ethem Bey gibi aydınlarımızın çabaları sonucu toplumda arkeoloji yavaş yavaş yerleşiyor. Abdülmecit ve Abdülhamit gibi padişahlar döneminde ilk defa müzecilik başlatılıyor ve ilk defa kanunla çıkarılıyor.

zaman.png

Sonrasında ise bu alanda en büyük çığır açan Atatürk sayesinde topluma tarih duygusu benimsetiliyor. Atatürk sayesinde arkeoloji, ülkemizde saygın meslekler arasına giriyor. Atatürk'ün, 1935'te cebinden verdiği 3 bin lira ile Alacahöyük kazılıyor. Alacahöyük’ün kazılmasıyla Eski Tunç Çağı Hatti dönemine tarihlenen kral mezarları ile ülkemiz bilim dünyasında önemli bir yer işgal ediyor.

zaman1.jpg

Atatürk’ten sonra kaç tane Cumhurbaşkanı, Başbakan cebinden arkeolojiye böyle bir katkı sağlamıştır? Ne yazık ki, Atatürk’ten sonra devletin arkeolojiyi yeterince önemsemeyişi nedeniyle arkeoloji bilimi yavaş yavaş önemini kaybetmeye başlamıştır.

1923-1934 yılları arasında savaştan yeni çıkmış bir ülkede 17 yılda 25 müze açılmışken sonraki yıllarda hızını kaybetmiştir. Atatürk döneminde yurtdışına eğitim için gönderilip sonrasında ülkeye ışık getirenler varken şimdi, bu alandaki insanların ışığı söndürülmeye çalışılmaktadır.

Ülkemizde son on yılda hızla yetişmiş akademik kadrosu ve alt yapısı olmayan arkeoloji bölümleri açılıyor. Günümüzde 40’ın üzerinde arkeoloji bölümüne yılda 3000’e yakın kontenjan ayrılıyor. Dört soruyu bilen bir öğrenci de bu bölüme girmeye hak kazanıyor.

Öğrenciler arkeoloji bölümünü “açıkta kalmamak ve seneye tekrar sınava girerim, o da olmazsa en azından bir diplomam olur” mantığıyla tercih ediyor. 30 kişilik sınıfa 70-80 kişi tıka basa doldurularak eğitim yapılıyor, ancak; mezuniyet sonrası istihdam sorunu ortaya çıkıyor.

Son yıllarda devlet bankalarına her seferinde 1000-2000 sayıda personel alırken Kültür ve Turizm Bakanlığı yılda 10 kişi bile alamıyorsa burada durup düşünmek gerekiyor.

Devlet paradan para kazanma derdinde. Oysa geçmişiyle, kültürüyle devlet devlettir. Devletin en temel yapılarından biri de kültürdür, bankalar değil!

Maalesef arkeologlar kamuda yok hükmündedir.

Bu kadar öğrenci sayısı ile bu alanda bilimsel olarak yeterli bir düzeyde eğitim ve öğretim imkânsızdır. Okullarda arkeoloji laboratuvarlarının olmayışı ya da olanların etkin kullanılmayışı da ayrı bir sorun oluşturmakta.

ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde okuduğum 1980’li yıllarda Japon Prensi Okulu ziyaret edecekti. Ben de ağırlama ekibindeyim. Prens, bizim laboratuvarı görmek isteyince ortalık karıştı. Çünkü laboratuvarımız yoktu. Hemen masaları bölüm başkanının odasına dizip, üzerine seramikleri yığdık. Dayanamayıp atıldım, “Hocam Japon Prensini mi kandıracağız” diye. Neyse ki adamı vazgeçirttiler. Yoksa halimiz komediydi.

Aradan 30 yılı aşkın bir süre geçti dünyanın önde gelen kazılarını yapan bizim Fakültenin bildiğim kadarıyla hala kayda değer bir laboratuvarı yok.

Arkeologlar için asıl laboratuvar müzelerdir. Müzede çalışınca arkeoloji alanında bütün duyguları tadabilirsiniz. Müzede kazı yapabilir, ortaya çıkardığınız eserleri sergileyebilir ve koruyup tanıtımını yapabilirsiniz. Hem de müzenizde tarih ve sanat meraklılarıyla da bütünleşme imkânı bulabilirsiniz. Fakat Kültür ve Turizm Bakanlığı çağdaş müzecilik alanında henüz istenilen aşamaya gelmiş değil.

Bakanlık bazen arkeologları etnografya müzelerine atayarak olmadık yanlışlara da imza atabiliyor. Umarım bu anlayış zamanla değişecektir. Değişmek zorundadır. Arkeologların haklarını yeterince savunan sivil toplum kuruluşları ve odaları olmadığı için arkeologlar, Bakanlığın bu keyfi uygulamalarını sineye çekmek zorunda kalıyor.

Arkeologlar Derneği Yönetim Kurulu genelde Kültür ve Turizm Bakanlığı personeli arasından seçildiği için, göreve gelenler kendi şahsi menfaatleri için baştaki yöneticilere biat etmek zorunda kalıyorlar.

Hele ki, bu görevlere seçilen kazı başkanıysa onun canhıraş mücadele etmesini beklemek farazidir. Biraz sesini yükselten olursa elinden kazısı ve kurul görevi derhal alınır. Çünkü patronları Kültür ve Turizm Bakanıdır. Kazılar özerk bir yapıya kavuşamadıkça arkeolojik politikalardaki yanlışa sesini çıkaran kazı başkanı olacağını sanmıyorum.

Arkeoloğun asıl yetişeceği mesleğinin tüm inceliklerini öğreneceği alan okul sıraları değil kazılardır. Bütün öğrencilerin bu kazılarda belli bir süre deneyim görmesi gerekiyor. Nasıl ki, doktor derslerinin bir bölümünü hastanede geçirip doktor olmaya hak kazanıyorsa, arkeolog da aynı şekilde derslerinin bir bölümünü arazide geçirmelidir. Kazıya öğrenci götürmek hocaların keyfiyetinden çıkarılıp, mecburiyete dönüştürülmelidir. Aksi takdirde toprağın koruduğu tarihi gün yüzüne çıkarırken, yani kazarken tahrip edilerek yok edilmesine ortam hazırlanmaktadır bu haliyle. Bu tarih cinayetidir ve ülkemiz kazılarında bunun örneklerini vermek mümkündür.

Bir arkeoloji öğrencisine yapılan en büyük haksızlık onu kazıya götürmeden mezun etmektir.

Öte yandan Atatürk’ün; Arkeoloji, Sümeroloji, Hititoloji gibi alanlarda bilim insanı yetiştirsin diye kurduğu Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi gibi bir fakültede yüksek lisans ve doktora öğrencilerine keyfi olarak çivi yazısı dersi vermeyen, bilimi tekeline almış akademisyenleri de bunlara eklersek durumun ne kadar vahim olduğu anlaşılıyor sanırım…

Demek ki, öğrencilerimizi bilim dünyasına kazandırma konusunda yeteneksiz ve isteksiziz. Bunun başka açıklaması olamaz.

Arkeologlar topraktan çıkarılan geçmişin paha biçilmez bu tarihi belgelerini korumak ve tanıtmakla görevlidir. Eğer topraktan çıkarılanı iyi sergileyemiyor ve yayınlarla tanıtımını yapamıyorsak o zaman yaptığımız kazı zaten anlamını yitirmiştir.

20-30 yıl boyunca kazı yapan, ancak kazı raporları dışında doğru dürüst yayın yapmayan, bulunduğu bölgenin insanının bile bu kazıdan haberi olmayan bir kazı başkanı sizce orada toprağı eşelemekten başka ne yapıyor dersiniz? Bu eserleri müze depolarına istiflemek bir marifet mi? Anadolu topraklarından çıkan binlerce çivi yazılı belgelerin ne kadarı okunup yayımlandı?

zaman2.jpg

Yıllar önce Kaman kazısını ismini açıklamayacağım bir arkeoloji bölümü profesörü ile ziyarete gitmiştim. Kazı Başkanı Sachihiro Omura bize hizmete yeni açtığı takdire şayan Kaman Kalehöyük Arkeoloji Müzesini gezdiriyordu. Tam o sırada bir grup öğrencinin içeriye girdiğini görünce bizi bırakıp o çocukların yanına koştu. Abartmıyorum. Koşarak gitti. Onlara büyük heyecan ve istekle tek tek anlatarak müzeyi gezdirmesi gözümden kaçmayan örnek bir davranıştı. O sırada Arkeologlar Derneği Genel Sekreteri olan bana ve bu alanda önem arz eden bir profesöre anlatmak yerine öğrencileri yeğlemişti. Doğrusu da buydu. Asıl çocuklarda arkeoloji bilincini uyandırmak gerekiyordu.

zaman3.jpg

Bunları yazarken amacım tüm arkeoloji camiasını karalamak değil, eksikleri ortaya koymaktır. Bugün ülkemizde eğer bir başarı sağlanmışsa bu da bu alanda özveriyle çalışan arkeologların kişisel çabaları sonucunda olmuştur.

1980’li yıllarda kütüphane olarak Alman ve İngiliz Arkeoloji Enstitülerine giderdim. Yabancı ülkeler bizde Enstitü açarken biz niye açamıyoruz diye hayıflanırdım. Hem de 3 imparatorluk görmüş 72 medeniyete ev sahipliği yapmış bir medeniyetin izlerinin olduğu bu topraklarında.

19. yüzyılda arkeoloji alanında çalışmalara başlayan ender ülkelerden biri olduğumuz halde yüz yılı aşkın bir süre Türk Arkeoloji Enstitüsü kurulamadı.

Bu devletin, bu alanı yeterince önemsemeyişinin bir göstergesi değil de neydi?

Nihayet, Pamukkale Üniversitesi 2015 yılında Arkeoloji Enstitüsü’nü kurdu ve böylece Türk Arkeolojisi açısından bir utancı da ortadan kaldırmış oldu.

Son yıllarda arkeoloji ilgi görmeye başladı. Bu gerçek manada tarihi önemsediğimiz anlamına gelmesin. Daha çok turizm gelirleri açısından.

İnşaat, baraj, yol, köprü metro yapımında uğraşanlar ise kepçenin altından bir eser çıkmasın diye dua ediyor. Kimi de çıkınca kimse görmeden alelacele üstünü kapatıyor. Hatta çoğu yatırımcı da arkeolojiyi gökdelenleri dikememenin en büyük engeli olarak görmektedir.

Eski konakların çoğunun kaza adı altında bir yangın sonucu kül edildiğine hepimiz şahidiz. Tarih bilinci oluşturmak kolay iş değil. Arkeoloji aynı zamanda sanatla iç içedir.

Ülkemiz sosyal devlet sınıfına girmiş bir ülke değil. Benim çocukluğumdan bu yana 50 yıl içinde bir türlü gelişememiş “gelişmekte olan” bir ülkeyiz. Maslow ihtiyaçlar hiyerarşisinde bir insan için öncelikle yeme, içme ve barınma geliyor. Milyonlarca insanın asgari ücretle yaşamaya mahkûm edildiği bir ülkede sanattan söz etmek çok anlamlı olmayabilir. Çünkü çoğu insan tarihin değil karnını doyurmanın derdinde. Fakir insanlardan koleksiyoner çıkmayacağı gibi az gelirli insanlardan da arkeoloji sevgisi beklemek farazidir.

Maalesef, Kültür ve Turizm Bakanlığı müzeleri ticarethanelere dönüştürdü. Bu bizim ülkemiz için çok erken alınan bir karardı. Bırakın ücret almayı, öğrencileri müzeye sokmak için üstüne hediye vermek gerekirdi.

Ekonomik sorunlarla yeterince boğuşan insanlarımızda gerçek anlamda bir tarih bilinci oluşturabilmek için pek çok yenilikler yaratmalıyız ve tüm halkımıza müzelerimizi ücretsiz hale getirmeliyiz. Hatta haftanın belli günlerinde halkı müzelere taşıyan ücretsiz araçlar dahi tahsis etmeliyiz. Gezici kütüphaneler gibi gezici müze otobüsleri oluşturarak halkın ayağına gitmeliyiz, çünkü milli duygular ancak tarihle pekiştirilir. İstenirse bunların yapılabileceğini göstermesi bakımından “Çanakkale Gezi Tırı” bunun en güzel örneğidir.

Sonuç olarak arkeoloji mesleği sevilmeden yapılacak bir meslek değil. Eğer seviyorsanız dünyanın en güzel, en heyecanlı ve en onurlu bir mesleğidir. Diyeceğim o ki, arkeolog olmak bir ayrıcalıktır.

Öğrenme aşkı ve yeni keşiflerdir insanı yaşlandırmayan. Çünkü arkeoloji zamanda hiç bitmeyen yolculuktur.

Dr. Binnur ÇELEBİ

siyasetcafe.com

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Dr. Binnur ÇELEBİ Arşivi