Suriye Dosyası- 1
Türkiye’nin masasına sorun olarak konulan “Kürt Meselesi” aslında yeni değil.
Feodal egemenliğin hâkim olduğu imparatorlukların birinci dünya savaşı sonrasında çökmeye başlamasının ardından zirveye çıkan ulus devlet anlayışının önünü kesmek için geliştirilen emperyalist bir formüldür.
Özellikle de 1991’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasına kadar süren soğuk savaş döneminde batı, ulus devletleri tehdit olarak görmüş ve formüller geliştirerek müdahalelerde bulunmaya başlamıştır.
Ulus devleti anlayışı yerine küçük, kukla “Federe Devletler” modelini “Demokrasi” ve “AB Üyeliği” örtüsü altında benimsetme yoluna giden küresel emperyalizm, Osmanlı’dan beridir Fransız ve İngilizlerin, Kürdistan vaadiyle örgütlediği ayrılıkçı, işbirlikçi Kürtleri Türkiye’ye karşı kışkırtırken diğer yandan formüle ettikleri “Kürt Sorunu”nu da Türkiye’nin masasına koymuşlardır.
Böylece bizzat kendilerinin formüle ettiği sorun, rutin bir şekilde gündemde tutularak Türkiye’nin modern çağı yakalaması, kalkınması engellenmiş ve dışarıya olan bağımlılığının devamlılığı sağlanmıştır. Evrak çantasında taşıdıkları sözde Kürt sorunu gerçekte Türkiye’nin demografik yapısını, ulusal egemenliğini, bağımsızlığını, iç ve dış güvenliğini doğrudan hedef alan küresel emperyalizmin, Ortadoğu bölgesindeki çıkarlarına hizmet eden bir projedir.
Hatırlanacağı üzere BOP, diğer adıyla Kuzey Afrika’yı da kapsayacak olan “Genişletilmiş İsrail” projesinin Türkiye ayağı, 2009’da AKP eliyle uygulamaya konulurken diğer yandan da projeye dâhil ettikleri ülkelerde “Arap Baharı” adı altında iç savaşı örgütleyerek iktidarları devirip kukla hükümetler kurdular.
Kendi bakış açılarına göre serseri devletler listesinde ki İran ile Suriye, projenin fiilen uygulamaya konulduğu dönemde Rusya ile Çin’in desteğiyle kışkırtmalara direnmiş ve proje, Türkiye ayağı olan Ergenekon kumpasıyla birlikte çökmüştü. İran istikrarı kontrol altına alırken Suriye’de ise durum farklı oldu. Suriye ordusunun içinden devşirdikleri hainlerin yanı sıra dinsel, mezhepsel radikal İslamcıları da örgütleyip Esad’ın üzerine sürdüler. O tarihten, Suriye’nin parçalandığı günümüze değin Esad bunlarla mücadele etmek zorunda kaldı ve ordu iyice yıpranırken, ekonomik ve siyasi olarak da zayıfladı. Rusya’nın Ukrayna ile olan çatışması, İran’ın ise Hizbullah odaklı İsrail saldırıları Suriye’ye verilen fiili desteğin engellenmesinde önemli rol oynadı ve Suriye, emperyalizmin öngördüğü şekilde dağıldı.
Bu kısa hatırlatmadan sonra Esad’ın iktidara geldiği 2000 yılından itibaren günümüze değin süreçte emperyalizmin Suriye planının perde arkasında konuşulanları, kimlerin aktif roller üstlendiğini ve hatta ABD çıkarlarına hizmet ettiğini isimleriyle birlikte vererek kapsamlı bir analize tabi tutacağız. Gerek Esad ve gerek Suriye konusuna ilişkin gerçekler ile yalanların nasıl ters yüz edildiğini somut verilere dayandırarak meseleye objektif bir bakış açısıyla yaklaşacağız. Özellikle dinci ve işbirlikçilerin Baas diktatörlüğü diyerek manipüle etmeye çalıştığı Suriye gerçeğine Baas Partisinin kısa bir özetini vererek başlayalım.
Hurriya, Vahda, İştirakiyye
Açılım sürecinde Esad'ı düşman, katil olarak ilan eden Erdoğan'ın dönemin Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer öncülüğünde Suriye ile ilişkileri yeniden iyileştirme yönünde Sezer'e destek vermesi geçmişte de başta CHP olmak üzere sol tarafından Baasçılık zihniyeti olarak eleştirilmişti. Eleştirinin hem doğru hem de yanlış tarafları vardır. Bu ayrımı yapabilmek için de Baas’ın Esad öncesi ve sonrasına bakılması yeterlidir. Baas aslında Arap sosyalizmi olarak kurulmuş olsa da bütün Arap ülkelerini tek çatı altında toplama amacı sosyalizmle çelişmektedir. Dolayısıyla özel mülkiyet ile sınıfların olmadığını ve toplumsal düzende insanların eşit ve özgür olabileceğini savunan sosyalist ideoloji ile tek bir yaratıcının kanıtlanmamış emir ve hükümlerinin sorgulamadan uygulanmasını öngören ve yaratıcı korkusuyla toplumu baskılayan dinin üzerine sosyalizm inşa edilemez.
Bu bakımdan Erdoğan’ı Baasçılıkla suçlamak veya eleştirmek AKP ideolojisinin neyin üzerine inşa edildiğinin doğru okunmadığını göstermektedir. Bu bağlamda zihniyet olarak, Baas’ın kuruluş felsefesiyle uyuşmadığını, en son evirildiği nokta ile örtüştüğünü söyleyebiliriz. Erdoğan’ın Baas ile ortak paydası ilk kurulduğu yıllarda ki sosyalizm, özgürlük birlik felsefesi değil, geldiği son nokta olan baskı, tutuculuk ve Arap milliyetçiliğidir. Baas’ın kuruluş felsefesi ile geldiği en son nokta olan baskıcı rejimi dikkate aldığımızda AKP’nin Baas ile örtüşen zihniyetinin ayrıntıları daha iyi anlaşılmış olacaktır. Bunu daha iyi kavramak için Baas’ın geçirdiği evrimi kısaca özetlemek gerekiyor.
Kökeni 1940’lara dayanan Baas, 1947’de Saddam Hüseyin, Mişel Eflak ve Selahaddin el Bitar tarafından resmen kurulmuştur. İdeoloji itibariyle milliyetçi ve sosyalist, yöntem itibariyle de jakoben yani demokrat ve seçkin azınlığın devrimci dinamiklerini benimsiyordu. Yeniden doğuş anlamına gelen Baas, din karşısında katı bir laikçilik tutumu sergiliyordu. Temel olarak da Fransız Devrim’inin sloganı “Özgürlük, Birlik, Sosyalizm”inin Arapça karşılığı olan “Hurriya, Vahda, İştirakiyye”yi temel slogan alarak belirlemişlerdi.
Kurucuları arasında yer alan Ortodoks Hıristiyan Mişel Eflak, 1947’de başına geçtiği Baas Partisini “Arap Toplumunun Sosyalist Birliği” hedefiyle örgütlemeye başladı ve ilk olarak 1963 yılında Irak’ta daha sonra da Suriye’de darbeyle başa gelerek yönetimde söz sahibi oldu. Ancak ne var ki Saddam Hüseyin’in iktidara geldiği 1979 / 2003 yılları arasında uyguladığı politikalar sonucunda Irak’ı korku cumhuriyetine dönüştürdü. Çünkü Saddam’ın uyguladığı politikalar, partinin ideolojisi olan “özgürlük, birlik, sosyalizm” ile ilgisi olmayan tam tersi baskıcı ve dikta rejimiydi. Dine dayalı bir sosyalist denemenin geldiği son nokta yine baskıcı bir rejime dönüşmesi elbette ki kaçınılmaz olacaktı ve Beşşar Esad’ın babası Hafız Esad’da aynı baskıcı politikayı sürdürdü.
Beşşar Esad’in babası Hafız Esad öldüğünde zayıf, kırılgan bir ekonomi ile katı bir baskı rejimi bırakmıştı. Amcası Rifat’ın yönettiği ve 10 bin Suriyelinin öldüğü 1982’deki “Hama Katliamı” nedeniyle de Esad soyadına nefret duyan Sünnilerin yanı sıra yaklaşık 2 milyon Kürt’te Esad’e karşı alttan alta kışkırtılıyordu. Henüz 35 yaşında olan Beşşar Esed tam da bu dinamiklerin patlak vereceği ve dolayısıyla da BOP’un hayata geçirileceği 2000 yılında Suriye’nin başına geldi. Şam üniversitesini bitirdikten sonra Londra’da eğitim gören ve asıl mesleği göz doktorluğu olan Beşşar Esad’ın, ülkeyi istikrara kavuşturmak için birçok konuda reform yapması artık kaçınılmazdı. Esad, reform hazırlıkları yaparken iki yıl sonra da AKP iktidara taşındı ve ardından Siirt seçimleri iptal edilerek siyasi yasaklı R. Tayyip Erdoğan, 2003’te başbakanlık koltuğuna oturtuldu. İlk başlarda Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer ile ters düşmemeye özen gösteren AKP, Ecevit döneminde Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkartılması konusunda gergin olan Türkiye / Suriye ilişkilerini yeniden iyileştirmeye çalışan Cumhurbaşkanı Sezer’e bu konuda destek vermek zorunda kaldı. Sezer’in görevinin sona ermesiyle birlikte AKP kendi ayarlarına dönecek ve hem iç hem de dış siyaseti ABD’nin öngördüğü doğrultuda yürütecek, Erdoğan ise kardeşim dediği Esad’ı da katil, diktatör ilan ederek iyileştirilmeye çalışılan Suriye ilişkilerini baltalayacaktı. Tüm bu ani manevraların nedeni emperyalizmin “böl ve yönet” üzerine inşa ettiği Büyük Ortadoğu projesinde Erdoğan’ın resmi veya gayri resmi olarak eş başkanlık görevini üstlenmiş olmasıydı.
Esad diktatör mü yoksa reformist miydi?
Beşşar Esad’a yönelik diktatör suçlamasının emperyalist söylem olduğunu en başta belirtmeliyim. Bu noktada babası Hafız Esad’ın baskıcı, diktatör olduğu söylenebilir fakat aynı söylemler üzerinden Beşşar Esad’a eleştiriler yöneltmek maksatlı ve gerçekdışıdır. Türkiye perspektifinden baktığımızda Erdoğan’ın, öncesinde kardeşim dediği sonradan ise katil ve diktatör olarak eleştirdiği Esad kendisi gibi seçimle yani halkın iradesiyle devlet başkanı seçilmiştir. Babası Hafız gibi darbe ile iktidarı ele geçirmemiş, seçimle başa gelmiştir.
Babası Hafız Esad’ın ölümünün ardından 10 Temmuz 2000’de yapılan devlet başkanlığı referandumunda Beşşar Esad’ı aday gösteren parlamento, seçmenden Esad’ın adaylığını onaylamaları veya reddetmeleri hususunda özgür bırakmıştır. Katılımın %94,6 olduğu seçimde, seçmenlerin %99,7'si lehte oy kullanarak Beşşar Esad’ı devlet başkanı seçmiştir. Yedi yılda bir yapılan seçimlerde Esad ezici bir çoğunlukla yeniden devlet başkanı seçilmiştir. Ancak 2014 ile 2021 seçimleri, iç savaş nedeniyle sadece Suriye hükümeti tarafından kontrol edilen bölgelerde yapılabilmiştir. İktidarı zor kullanarak ele geçirmediğine göre halkın iradesiyle seçilen Beşşar Esad’a diktatör demek ne ölçüde doğru ise bu sistemle iktidara gelen herkes de bu ölçüye göre diktatör olacaktır.
Oysa Esad, babasından kalan baskıcı rejimi değiştirmek için devlet başkanı seçildiği ilk yıldan itibaren bir dizi reform programları hazırlıyordu. Reform konusunda en büyük destekçisi de Türkiye’ydi. Hem bu konuda hem de Türkiye ile işbirliği anlaşmaları yapmak için Türkiye’yi ziyaret etmişti. Reformlar konusunda en büyük desteği de dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer veriyordu ancak ABD, bu destekten rahatsızdı.
Sezer’in cumhurbaşkanlığı döneminde AKP, onun desteğine karşı çıkamıyordu ama görünürde onunla hareket ediyormuş gibi davranıyordu. İşte bu dönemde Erdoğan, Esad’a “kardeşim” şeklinde hitap ediyordu ancak Esad ile yapılan görüşmelerin tüm ayrıntıları, o dönem Abdullah Gül’ün başında bulunduğu Dışişleri bakanlığı tarafından ABD’nin Ankara konsolosluğuna ulaştırılıyor ve buradan da Washington’a rapor ediliyordu. Özetleyecek olursak Beşşar Esad için babasından kalan baskıcı rejimi değiştirmek pek de kolay değildi çünkü yönetimde bulunan ve eski tüfekler olarak nitelendirilen isimlerin öncelikle revize edilmesi gerekiyordu ki bu da iki yıl gibi kısa sürede yapılacak işler değildir. Devlet başkanı seçildiği yıldan (2000) üç yıl sonra da ABD önderliğindeki koalisyon güçleri Irak’ı işgal etmekle kalmadı, bölgedeki terör örgütlerini de finansa ederek Suriye’ye karşı örgütledi.
Amaç, Esad’ın reform programını engellemek, bu konuda destek veren Rusya, İran, Çin ve Türkiye’den uzaklaşmasını sağlayarak bölgede yalnız bırakmaktı. Dolayısıyla Esad’a karşı böyle bir karalama kampanyası yürütmelerinin asıl nedeni, babasından kalan baskıcı rejimi değiştirerek reforma yönelmiş olmasıydı.
Suriye’nin reforma yönelmesi emperyalizmin Büyük Ortadoğu projesini tehlikeye sokacağından öncelikle Irak ve ardından da Suriye’nin bölünmesi gerekiyordu. Suriye’nin parçalanmasında doğrudan ve aktif rolü olan AKP yönetimi, iç siyasete yönelik sanki ABD politikalarına karşıymış gibi söylem ve tavırlarla kamuoyunu manipüle ederken gerçekte iktidara taşındığı tarihten beridir emperyalizmin Ortadoğu planında aynı düzlemde hareket etmektedir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.