Ekolojik emperyalizme karşı Köy Kanunu
Cumhuriyetimizin 1924 tarihli (442 nolu) Köy Kanunu’nu okuyan ya da hatırlayan var mı?
Bu yasa şaşırtıcı biçimde Türkiyemizin herhangi bir yerindeki herhangi bir topluluğun nasıl ve hangi ilkelerle yaşaması gerektiğini ayrıntılarıyla anlatmaktadır.
442 nolu kanunda köylünün köye karşı sorumluluklarının belirlenmesinden tutun da, doğal ya da yapısal alanların korunmasına ve geliştirilmesine, ortak işlerin imece ile yapılması zorunluluğundan spor faaliyetlerine kadar onlarca başlık yer alır.
Yasa yalnızca devletin köy birimindeki temsilini değil oradaki ortak toplumsal yaşamın doğayı verimli biçimde kullanarak geliştirilmesini de garanti etmekteydi. Diğer değerlerimiz gibi onu da 24 Ocak Kararlarından bugüne egemen olan piyasa ekonomisine kurban verdik.
12 Eylül darbesinden bu yana gelen her iktidar ekonomik büyüme hastalığını doyurmak için eldeki avuçtakini sattı. Kentlerde rantın sınırlarına gelince gözler ilçe, belde ve köylere döndü. Son yapılan büyük kötülük de köy, belde ve ilçe belediye teşkilatlarının ortadan kaldırılarak büyükşehirlere
bağlanması oldu. Böylece köylere ait ortak su, mera ve toprakların denetimi çok uzakta tanımadıkları kişilerin eline geçti. Oysa Anadolu’da binlerce yıl geçmişe dayanan bir doğal hukuk vardı.
Halk birbirini tanır ve kaynakları bir biçimde paylaşırdı. Bu toplumsal sözleşmenin bir anda yırtılıp atılması kamuya ait alanlarda ya da tüm toplumsal müştereklerde özelleştirmenin önünü açtı. Bu da yabancılaşmayı
kolaylaştırdı.
Bizde gerçek bir milliyetçilik olsaydı önce köyümüzü savunurduk. Gerçekten devletçi olsaydık köylerdeki okulların kapanmasına karşı çıkardık. Çünkü okuldu Cumhuriyeti temsil eden. Oradaki toplumsal hayatın gelişmesini sağlayan şey okuldu. Köylüler arıcılığı, hayvancılığı, tarım yapmayı
birçok şeyi köy okullarında öğrendiler. Hepsi bir tarafa, çocuklar köyde var olduğu sürece aileler de toplu olarak kentlere göç etmiyorlardı. Köy, Türkiye’nin sigortasıydı.
Geçen yazımda ekolojinin küresel siyasetin nasıl merkezine oturduğunu anlatmaya çalıştım. Yazıda bahsettiğim İsveçli kız çocuğunun dünyanın egemenleri tarafından nasıl kullanıldığını birçok yerde okumuşsunuzdur. O kız çocuğuna Birleşmiş Milletler kürsüsünden Türkiye’yi şikayet ettirmeleri
tesadüf değildi. Emperyalist ekoloji politikalardan ilk etkilenecek ülkelerden biriyiz.
Şöyle düşünün, Trump Almanya’yı biraz sarsmak için Volkswagen’e egzos gazı emisyon oranlarında yaptığı hile sebebiyle 15 milyar dolar ceza kesmişti. Volswagen bir o kadar ceza da ABD’deki müşterilerine
ödemek zorunda kaldı. Siz varın Türkiye’deki otomotiv sanayiye getirilebilecek küçük bir parça zorunluluğunun ekonomik yükünü hesap edin.
Asya’daki ekonomik gelişmenin temelinde üretim maliyetlerinin düşüklüğü yatıyor. Buna karşın Batının üstünlüğü sermaye, teknoloji ve yetişmiş insan gücüne dayanıyor. Ayrıca yeşil enerji ve çevreye duyarlı sanayiler yine batıda gelişiyor. Küresel ısınma ve çevre kirliği sebebiyle Asya
ülkelerine Batı teknolojilerinin ihracı kaçınılmaz. Zira Asya’nın müşterisi yine Batı sermayesi.
Buna değil Türkiye’nin Çin’in bile direnmesi imkansız.
Aslında bu klasik biçimde sermayenin batılı merkezlere çekilmesi süreci. Benzerlerini 1970’lerin başında gördük. İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişen ülke sanayileri o yıllarda krizlerle çökertildi ve 1980’lerde artık eskiyen teknolojileri sebebiyle tamamen tasfiye edildiler.
Şimdi böyle bir sürece hem de dünyamızı tehdit eden çevresel sorunların öne çıkmasıyla sürükleniyoruz.
Hiç kimse ABD’nin Afganistan dağlarına attığı bombaların karbon salınımını hesap etmez ama sera gazı emisyonunda Güney Afrika’nın bile gerisinde 18. sırada olan Türkiye şikayet konusu olur.
Buna karşı bir savunma geliştirmenin faydası yok. Teknolojik dayatmaya ise ne direnmek ne de yakın gelecekte aşmak mümkün.
Yeni küresel koşullara uygun teknolojilere sınırlı ölçülerle sahip olabiliriz. Bir yandan eskileri tasfiye ederken diğer yandan yeniyi geliştirmeye çalışacağız. Ayrıca yetişmiş iş gücü açığımızı kapatmak zorundayız. Bu iyi bir eğitim alt yapısı ve teknolojilerin tanınmasıyla mümkün.
Sonuçta meseleye neresinden baksak kısa vadede bir çözüm görünmüyor. Üstelik tüm bunları layıkıyla gerçekleştirsek bile kırk yıl sonra benzer bir süreçle yeniden başlamak zorunda kalabiliriz. Öyleyse biz toprağa ayakları sağlam basan ve her şeyden önce kendi ihtiyaçlarına cevap veren bir
toplumsal ekonomi inşa etmek zorundayız. Cumhuriyet, şeker ve dokuma fabrikalarından kurmadan önce işe köyü düzenlemekle başlamıştı. Atatürk, ülkenin buradan yükseleceğini bildiği için köylüyü milletin efendisi ilan etmişti.
Elli yıl içinde dünyadaki tarım alanlarının yarısı kullanılmaz hale gelecek. Bu, toprağın altından değerli olacağı bir çağa girdiğimizi haber veriyor. Modern tarım teknikleriyle donatılmış, doğayla barışık ve kendine yeterli bir çağdaş toplumu yaratmak için yeni bir Köy Kanunu’na ihtiyacımız var. Vatanımız
yalnızca emperyalizmin askeri, teknolojik, ekonomik, bilişim tehdidi altında değil aynı zamanda bizzat onun tetiklediği küresel ısınmanın da etkileri altında. Köy Kanunu’ndaki felsefe hem emperyalist saldırılara hem de vatan toprağının ayağımızın altından kayıp gitmesine engel olacaktır.
Ülkemizi büyük kentlerdeki tüketici kültür ve ekonomiye mahkum eden anlayışı ancak böyle aşabiliriz.
Uluslararası sermayenin kullanışlı çevreciliğine, ekolojik emperyalizme karşı çevreci bir milliyetçiliğe ihtiyacımız var.
Milli kimliğimizin, kültürümüzün köklerinde yatan doğa sevgisini ve inancını yeniden bilince çıkarmalıyız. Muhtaç olduğumuz güç orada duruyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.