Dinde reformdan Türkçe ibadet yasağına
2018’de Beştepe’de düzenlenen “Kadınlar Günü Programı”nda konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan ilahiyatçıların açıklamalarını eleştirmiş ve “Bunlar, İslam'ın güncellenmesi gerektiğini bilmeyecek kadar aciz. İslam'ı 14-15 asır öncesi hükümleriyle bugün uygulayamazsınız” demişti.
Cumhurbaşkanının bu sözleri İslamcı cephede soru işaretlerine yol açınca “açıklama yapma” ihtiyacı doğdu.
Sözcü İbrahim Kalın zamanın değişmesiyle yorumlar da değişir manasında “Ezmanın tagayyürü ile ahkamın tagayyürü inkar olunmaz” diye konuya açıklık getirdi.
Partisinin siyaset okulunda Erdoğan konuyu şöyle bağladı:
“yapılan içtihatla ve uygulamadaki karşılıklar elbette zamana göre değişecektir. Mecelle kaidesidir. Zamanın değişmesi ile ahkâmın da değişeceği inkâr edilemez. Kurallar bunlar bunlarla hareket ediyoruz. Eğer biz içtihatları değiştirmezsek. Yani uygulamaya ilişkin kurallar içinde bulunduğumuz naslar uygun şekilde yenilemezsek kendi kendimizi kandırmış oluruz.”
Her ne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan “Biz dinde reform aramıyoruz” dese de söyledikleri oraya çıkıyordu. Çünkü dinde reform demek dinin hükümlerini ya da kutsal kitabı değiştirmek değildir.
Herhangi bir dogmanın günlük hayattaki uygulamalarını değiştirmek reformdur.
Erdoğan belki de Türk siyasi tarihinin zamanı yorumlama konusunda en yetenekli lideri. Bu yüzden reformcu bir imaja sahip.
Fakat “İslamın güncellenmesi”ne dair sözlerinin üzerinden geçen iki yılda geldiğimiz noktanın o günden daha muhafazakar olduğuna kuşku yok.
Bunun Ayasofya’nın müze vasfına son verilmesi, kılıçla hutbe, Diyanet’in devlet ve toplum içinde siyasal ağırlığının artması gibi net işaretleri görülüyor.
Önceki gün bir Mevlevi ayininde Kuran’ın Türkçe okunmasına verilen sert tepkiyi ise köktencilik, radikalizm ya da dogmatizmden başka kavramlarla açıklayamıyorum.
Ben toplumsal meselelere seküler yaklaşmaya çalışan inanç sahibi bir vatandaşım.
İnsanların inançlarını nasıl yaşayacaklarına dışarıdan bir otoritenin karar vermesine karşıyım. Bir zamanlar uygulanan “Türkçe Ezan” zorunluluğuna karşı duyulan tepkiyi gayet iyi anlıyorum.
Bu yüzden herhangi bir dini grubun kutsal kitaplarını istedikleri dille okumaya hakları olduğunu düşünüyorum.
Bir dini görevin yerine getirilmesini Türkçe ya da Arapça ile sınırlı tutmak arasında bir fark göremiyorum.
Açıkçası Türkiye’de Türkçe konuşan bir topluluğun kendi diliyle kutsal kitabını okumasına gösterilen tepkiyi şaşkınlıkla izliyorum.
Alanım olmayan din ile ilgili bir yorumda bulunmam.
Fakat bir dinin tek bir dile hapsedilmesinin onun evrenselliğine zarar vereceğini düşünüyorum.
Tabi kendi köyünde fıtratına göre inancını yaşayanların böyle sorunları olamaz. Ama bir an kendinizi Japonya’da, Meksika’da ya da Finlandiya’da bir Müslüman olarak hayal edin. Biri sizden İslam’ı öğrenmek istiyor. Ona Kuran’ı Kerim’in Arapça indirildiğini ve başka bir dilde ifadesinin mümkün olmadığını mı söyleyeceksiniz?
Bu anlayışla dışınızdaki dünyada bir tek kişiye İslam’ı anlatamaz, Müslümanlığı benimsetemezsiniz.
Ayrıca dinde Arapça zorlaması salt Diyanet’in yorumuyla da sınırlı değil. Mesela ilahiyatçı hoca Nurettin Yıldız’a göre Kuran Arapçasının tüm İslam ülkelerinde konuşulan dil olması gerekiyor.
Nurettin hoca “Kuran Arapçasından on cümle alın Suriye’den Mısır’a okumuşuna cahiline sorun bakın anlayan çıkacak mı” diye soruyor. Ve ekliyor “Kuran Arapçasında on cümle kuramayan bir Müslüman neslin Kuran devletini kurması mümkün mü?”
Türkçe ibadet zorunluluğu inancı kuvvetlendirmeye değil İslam’ı sekülerleştirmeye hizmet ediyordu. Ama eğer siz buna karşı Arapça ibadet zorunluluğunu dayatırsanız Nurettin Yıldız’ın dediği noktaya varırsınız.
Yani herkes 15 asır öncesinin Arapçasını anladığında İslam’ın gerçekleşebileceğine inanacak kadar Müslümanlığı imkansız hale getirirsiniz.
Dünya bir gün soğuyacak ve güneşimiz sönecek ama insanlık hiçbir zaman Arapça ile sınırlanmayacak.
Fakat bugün olduğu gibi yarın da her millet ibadetini kendi diliyle yapmaya devam edecek.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.