DEVLET BAHÇELİ VE 'HAYIR' ÜZERİNDEN ÜLKÜDAŞLARIMA AÇIK MEKTUP
1983 yılının Eylül ayında daha 17 yaşına girmeden geldim Ankara’ya. Donuk, gri, isli Ankara’nın bir tek terminalini biliyordum.
12 Eyül 1980 darbesinin ardından delişmen bir çocuk olarak geldiğim Ankara’da ruhumdaki Türk Milliyetçiliği beni ülkücü yaptı.
Tüm kalbimle inandığım bu davaya canım hariç verebileceğim her şeyi verdim. Çok güzel yıllar yaşadım gençliğimde Bizim Ocak’ta.
Rahmetli Başbuğ daha serbest bırakılmadan, cezaevlerindeki ülkücü ağabeylerimizin destansı mücadeleleriyle büyüdük işte.
Santim santim Gazi Basın Yayın’dan Bizim Ocak genel merkezine kadar her kademesinde görev aldım.
O genç yaşımda çok şeyler öğretti Ocak bana. En öncelikle adam olmayı, mücadeleyi, iradeyi, yılmamayı, yıkılmamayı… Bir çömez olarak başladığım İlk kurucu Ocak Genel Başkanı olan Ayhan Acar’ın yönettiği Bizim Ocak Dergisi’nden 5 yıl sonra kendini yetiştirmiş birisi olarak ayrıldım. Allah var ki, her anına değerdi ülküdaşlarım.
O kadar çok ülküdaşım oldu, o kadar çok gardaşım oldu ki, sayısını unuttum ama onların her birinin yüreklerindeki Vatan, Millet ve Allah sevgisini hiç unutmadım.
Bilen bilir verdiğim mücadeleyi. Bilmeyenlere de anlatmaya gerek yok. Çünkü benim verdiğim mücadelenin diğer ülküdaşlarımın yanında sözü bile edilmezdi.
Ağabeylerimiz can vermişlerdi bu vatan, bu millet, bu devlet için… Allah rızası için çıktıkları bu yolda, kimi şehit oldu, kimi gazi, kimileri de ömürlerini cezaevlerinde çürüttüler.
Hepsinden Allah razı olsun.
Mesleğim ve işim gereği gazeteci yazarım işte. Ama ruhum Cengiz Han’ın toyunda, Sultan Alparslan’ın ordusunda, Fatih’in kuşattığı İstanbul’un surlarındadır.
Tıpkı diğer tüm ülküdaşlarım gibi…
Şimdi hepimiz bir yerlerdeyiz işte…
Nostalji filan yapmak değil derdim.
Sadece önümüzde yaşayacağımız ve hızla sürüklendiğimiz büyük bir uçurumdan önce sizlere seslenmek istedim.
15 Temmuz kanlı darbe girişiminin ardından ülkemizin içinde bulunduğu vahim durum herkes gibi beni de derinden etkiledi.
Cemaat ve tarikat adı altında devletin tüm kurumlarına yuvalanmış olan melun örgütlenmenin boyutları gerçekten korkunç boyutlara ulaşmıştı.
Evet, her zaman eleştirip İktidarı bu melun grupla beraber olmaması konusunda uyarmıştık. AK Parti iktidarının Cumhuriyetimizin temel dinamiklerini ortadan kaldırmak için bu melun grup ile işbirliği içerisinde olduğunu defalarca söylemiştik.
Kökü dışarıda ancak dalları kılcal damarlarımıza kadar girmiş olan bu melunların gerçek yüzlerini herkesin görebilmesi için böyle vahim bir olay ile karşılaşmamız gerekiyormuş.
Biz, Türk Milliyetçileri, ülkücüler hiçbir zaman kimsenin inançlarına bir saygısızlık yapmadık. Tasavvufu da reddetmedik. Fakat aklımızı da bir kenara bırakmadık. Çünkü, devlet akıl ister.
Bugün atalarımızın kanla, irfanla kurduğu aziz devletimiz ve şanlı Türk Milleti büyük bir yol ayırımındadır.
Gençliğim boyunca kendisine “Hocam” diye hitap ettiğim ve tahminen 1984 yılından beri tanıştığım Devlet Bahçeli’nin, Başbuğumuz ölümün ardından MHP’nin başına gelmesine çok sevindiğimi itiraf edeyim. Benim gibi pek çok ülkücü de bundan memnun olmuştu.
Kendisine yönelik hareketin içerisinden ve dışarısından gelen pek çok eleştiriye hiç kulak asmadım. Devlet Bey, aklı selim, kadirşinas ve mantığıyla hareket eden birisiydi.
Zamanla gördüm ki, her şey değiştiği gibi kendisi de değişti. MHP Genel Başkanlığı sürecinden Başbuğumuz Alparslan Türkeş’e ait olması gereken “Hareketin Lideri Devlet Bahçeli”ye dönüştü.
Şunu tüm samimiyetiyle söylemem lazım, Türk İslam Ülkücülüğü adı altında bir ara “İslamcılık” bataklığına savrulan Ülkücü Hareket’i Devlet Bahçeli, Türk Milliyetçiliği çizgisine ve Atatürk sevgisine çekmiştir.
Devlet Bahçeli’ye yönelik en amansız eleştirileri getirenler bile bu hakkı kendisine teslim edecektir.
Ne olduysa o melun gece sonrası oldu işte…
Ülkece kabustan uyandığımız 15 Temmuz gecesinin sabahında, Türk Milletinin yeniden “bir olma, diri olma, iri olma” şansı ufkumuzda belirdi.
Solcusu, sağcısı, İslamcısı, Alevisi, Sünnisiyle Türk Milleti derin bir uykudan uyanır gibiydi.
Devlet Bey’in Yenikapı’da yaptığı muhteşem konuşma hala kulaklarımda. Televizyondan seyrederken evde tek başına ayağa kalkıp hararetle alkışlamıştım.
CHP Lideri Kılıçdaroğlu da oradaydı ve o da akıllı, mantıklı ve önemli bir konuşma yapmıştı.
Evet… Türkiye yeniden bir doğrulma şansı yakalamıştı.
Sonra bir anda her şey değişiverdi.
Kimsenin hiç beklemediği bir anda Devlet Hocamız çıkıp “Getirin şu Başkanlık Sistemini” görüşelim deyiverdi.
Hiç kimse inanamadı. Nasıl inansınlar ki!
Devletin ve Cumhuriyetin değerlerinin en yaman savunucusu olarak bildiğimiz, AK Parti İktidarının sürekli el altında ülkeye dayatmak istediği Başkanlık Sistemi’ne karşı en büyük eleştirileri yapan Devlet Hocamız bir anda Türkiye’yi allak bullak etmişti.
Devlet Hocanın bu çıkışına parti içerisindeki en yakın kurmayları bile inanamadı. Hiç birisinin haberi bile yoktu. İlk önceleri hepsi farklı farklı konuştular. Tevil yapmaya çalıştılar. Fakat, ne söylerse söylesinler Devlet Bey hepsini ters köşeye yatırdı.
“Benim bir oyum var, o da evet. Meclis’te de evet diyeceğim, Referandumda da..” diyen Devlet Hocamız, bugün bizden Türk Milliyetçilerini ve ülkücüleri ömrümüz boyunca mücadelesini verdiğimiz “davamızın” inkarını istiyor.
Ne için?
Son kalemiz olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir kişinin iradesine teslim etmek için.
Hani bunun arkasında İktidar olmak, ülkeyi yönetmek isteği var desek o da yok!
Ortak Kabine’yi kabul etmiyor.
Başkan Yardımcısı olsun diyorlar, şiddetle reddediyor.
İlla ki, “ben böyle söyledim benim arkamdan gelin”den başka bir şey dediği yok.
Bir de “Devletin Bekası”nı söylüyor.
Yani Devletimiz tehdit altında diyor. Cumhuriyet ile demokrasi ile devletimiz niçin tehdit altında onu bir türlü açıklayamıyor işte.
15 yıl boyunca AK Parti iktidarının baskısı altında inim inim inleyen Türk Milliyetçilerini ve ülkücüleri AK Parti’nin “bedelsiz” olarak kuyruğuna takmak istiyor.
Bugün Ülkücü Hareketin BBP kırılmasından sonra yaşayabileceği en büyük travmayı yaşıyoruz.
Tanıdığım, samimiyetinden ve davasına olan inancından zerre şüphe duymadığım pek çok ülküdaşım bir birlerini ağır ithamlarla suçluyorlar.
Kimisi Devlet Hocamızı yalnız bırakmamak için yanında “kale” gibi durmaya çalışıyor. Kimimiz de yaşanan bu ağır tablonun tesiriyle en yaman “muhalife” dönüşmüş.
Ama ben “muhalif” değilim işte…
MHP’liyim. Ülkücüyüm. Türk Milliyetçisiyim.
Benim için MHP’nin yüzde 50 oy almasıyla yüzde 1 oy alması arasında bir fark yoktur.
Mesele, MHP’nin Türk Milleti için nerede durduğudur!
Maalesef, MHP bugün Türk Milleti’nin ve Türk Devlet geleneğinin tam karşısında durmaktadır.
Tarihimizde Kağanlarımız, Hakanlarımız, Başbuğlarımız vardır elbette.
Ancak bugün, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devletimizin Kağanı da, Hakanı da, Başbuğu da Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir.
Devletimiz ve Cumhuriyetimiz Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin temelinde kurulmuştur.
Temeli anlamsızlaştırır, etkisizleştirir, basitleştirir iseniz en ufak sarsıntıda tüm binayı üzerine yıkarsınız.
Emperyalist küresel güçlerin amansızca yeniden abandığı bölgemizde ve ülkemizde bizi bir arada tutacak olan “bir kişi” değil, “biziz”…
Onun da en büyük teminatı Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir.
Görülüyor ki,
Önümüze gelen bu yaman süreçte, ülkemizi ve Türk Milleti’ni koruma görevi yine Türk Milliyetçilerine, ülkücülere düşmekte.
Her türlü ayak oyunu ve kata külli ile “pul toplayarak” önümüze getirilen Anayasa Değişikliği Referandumunda işte bu sorumlulukla hareket etmek boynumuzun borcudur.
Siyaset, çekişme, ayak oyunları… Hepsini elimizin tersi ile bir kenara iterek, 16 Nisan’da Hakk’ı ve Adaleti yeniden tesis etmek için, el birliğiyle, tek yürek, tek ruh olarak HAYIR diyelim.
Aramıza fitne ve fesat tohumlarının ekilmesine de müsaade etmeyelim.
Unutmayalım ki,
Biz ülkücüyüz ve “Ülkücüler kardeştir”.
Kardeşliğimiz, Devletimiz gibi baki olsun.
Hakan Sönmez siyasetcafe.com
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.