YOKSA...
YOKSA...
Son zamanlarda yöneticiler, gittikçe devletin yöneticisi olmaktan; devlet de gittikçe milletin devleti olmaktan çıkmaktadır.
Aslında her şey çok farklı bir durumda, büyük bir heyecanla, umutla, beklentiyle başlamıştı.
Türkiye, demokrasiye adım attığı elli yıldan bu yana büyük sıkıntılar yaşamış, askerî vesâyet bütün ülkeye hâkim olmuştu.
Buna bağlı olarak da benim çocukluk ve gençlik yıllarımı da kapsayan 1950 ile 2000 yılları arasında, Türkiye’de sadece yoksulluk, yolsuzluk, adaletsizlik, kavga, kan ve gözyaşı hâkim olmuştu.
Derken, 2002 seçimlerinde, yeni kurulan ve askerî vesayetten, köşebaşını tutmuş bürokratlardan, sadece kendi adaletini dağıtan hukukçulardan, parababalarından kurtulma fırsatı olarak görülen bir bir parti, halkın oylarının önemli bir kısmını aldı.
Bu dönemde millet, genel olarak karamsar ve umutsuzdu. Çünkü, diğer partilerin hepsini denemiş, fakr u zaruretten başka bir şey görmemişti. Bu yüzden biraz da çaresizlikten, bu yeni kurulan partiye yöneldi.
Seçilen ve iktidar olan bu yeni parti, “vatan, millet, Allah, adalet, eşitlik, özgürlük” lafızlarını sürekli olarak tekrarlıyordu. Bunlar da Türk milletinin özlemini çektiği önemli değerlerdi.
O sırada, Türkiye’nin doğu ve güneydoğusu kan ağlıyordu.Milletçe varlık içinde yokluk çekiyorduk. Ekonomik krizlerin biri bitiyor diğeri başlıyordu. Zamlar milletin üzerine yağmur gibi yağıyordu. Yine de hiçbir şey düzelmiyor, daha da kötüye gidiyordu.
Yani, Türk milletinin kaybedeceği hiçbir şey kalmamıştı. O yüzden “bir umut” diyerek bu yeni kurulan partiye, iktidar olup ülkeyi bu bataklıktan kurtarma fırsatı verdi.
Bu yeni parti de bu fırsatı kullanıp başta güzel, olumlu işler yapmaya başladı. Türkiye, birden toparlanmaya başladı.
Ekonomik krizler bitti. Ortalık önce bir sakinleşti. Daha sonra, yeni yolların, fabrikaların, yatırımların yapıldığına milletçe şahit olduk.
Türkiye’nin başına belâ olan vesâyetler yavaş yavaş güçlerini kaybetti. En azından sesleri kesildi, kaynakları kurutuldu. Ardından kanun önünde hesap vermeye başladılar.
Bu vesâyetçiler, devlet kurumlarına o kadar hâkim olmuşlardı ki hükûmet bunları tasfiye etmede çok ama çok zorlandı.
ÖSYM, Adalet Bakanlığı, Genelkurmay’daki vesâyetçileri temizlemek için çok uğraşıldı. Bunların bir kısmı temizlendi. Geri kalanlar ise beklemeye geçip görünmez oldular.
Tam bu zamanda, dünyada büyük bir ekonomik krize ortaya çıktı. Zaten hiçbir varlığı ve iddeası kalmamış olan Türkiye bu büyük krizden çok az etkilendi.
Yine bir seçim zamanı daha geldi. Türk milleti, makus talihinde bir şeylerin değişebileceğini, insanca yaşayabileceği bir ortam oluşturabileceği umuduyla bu partiye hem genel hem de yerel seçimlerde büyük destek verdi, onu yeniden iktidar yaptı.
Türk milletinden üst üste iki üç defa güvenoyu alan bu parti, Türkiye’nin genel görüntüsünü değiştirmeye başladı.
Her şey iyi gidiyor gibi görünüp halkın satın alma gücü yükseldiğinde, Anadolu’nun her köşesine uzanan bir gelişme rüzgârı eserken, birkaç cılız ses, bu gelişmenin üretmeyle değil, iç ve dış borçlanmayla olduğunu aykırdı. Sonrasının yine kötü olacağını söyleyerek Türk milletini uyardı.
Bizler de Türk milleti olarak şöyle bir baktığımızda on yıldır gelişen, zenginleşen Türkiye’nin birden yavaşladığını, yerinde saydığını, ülkeyi yönetenlerin hiç ilgisi olmayan konularla uğraştığını, üretme yerine tüketmeye başladığını gördük.
Bu sürede iktidara yakın görünüp hareket eden mutlu, yeni bir azınlık oluştu. Bunlar, aynı eski dönemlerdeki gibi birden bire zengin olan insanlardı.
Bunlar, milyonluk araçlara biniyor, yüz binlerce liralık saatlar takıyor, büyük bir lüks içinde yaşıyorlardı. Televizyonlara çıkıyor, Müslümanlar da lüks içinde yaşayabilir demeye ve yaşamaya başladılar.
Bu arada, gelişen, zenginleşen Türkiye’de, toplumun temel ihtiyaçları olan yakıt, gıda, giyim gibi malzemelere sessiz sedasız zam üstüne zam yapıldı. Milletin yaşadığı gerçek enflasyon, yüzde yüzlere ulaştı. Hâlâ da bu sııntılar devam etmekte.
Haktan hukuktan, helâl kazançtan bahseden insanlar, “Ne var, ne olmuş? Bizden önce milletin parasının %80’i birilerinin cebine gidiyordu. Ancak %20’si millete gidiyordu. Bizim zamanımızda ise %80’i millete ulaşıyor. Ancak %20’si birilerinin cebine gidiyor.” demeye başladı. Sanki, çok yiyince haram, az yiyince haram değil diye savunmaya giriştiler.
Kul hakkını, milletin parasını, çok yemek de haramdır, az yemek de haramdır. Öncelikle bu biline. Ama ben hizmet ediyorum, o yüzden birazı da benim olsun diye bir mantık İslâmiyette yoktur. Açın, Peygamberimizin, halifelerin, sahabelerin hayatına, yaşayışlarına bir bakın, böyle bir şey var mı, görün.
İşte bu ifadeden sonra haram ile helal birbirine karıştı. Haramın olduğu yerde işler rast gitmez.
O yüzden, Türkiye, hem içeride hem de dışarıda büyük sıkıntılar yaşamaya başladı. Otuz yıldır yaşanmayan ölçüde bir kuraklık ülkede yaşanmaya başlandı.
Türkiye’de iç savaşa varan olaylar yaşandı. İnsanlar yine gruplara ayrıldı. “Bizden”, “sizden” ifadeleri tekrar oluştu. Millet yine kendi içinde bölündü, birbirine düşman edildi, ediliyor.
Toplum, yine üretmekten vaz geçirildi, tüketmeye dönük bir hayat özendirildi. Türkiye’nin iç ve dış borcunun sürekli olarak rekorlar kırmaya başlaması sıradan bir olay oldu.
Özgürlüğün, adaletin, eşitliğin, barışın, fırsat eşitliğinin, bolluğun, zenginliğin hâkim olacağı vadedilen Türkiye, birden bunların olmadığı, farklı bir yer oldu.
Her şey yolunda giderken ne oldu da durum birden değişti? Acaba, Türkiye, Hakk’ın yolundan saptı mı ki olmadık sıkıntılar yaşanmaya başlandı. Hakk için, halk için hareket ettiğini söyleyenler acaba bundan vaz mı geçti?
Kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim’den öğrendiğimize göre, Allah, doğru yoldan ayrılan kavimleri önce çeşitli sıkıntılarla uyarır eğer doğruya dönmezlerse, onları çeşitli felâketlerle yok eder.
Bizler de aklımızı başımıza alalım, mübarek cennet vatanımızın başına, helâl ile haramı ayırt eden, Hakk’ın yolunda yürümeyi sadece başında değil, sonuna kadar yürümeyi beceren insanları getirelim.
Yoksa, gidişatımız gidişat değil...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.