Vurulanlar ve Unutulanlar...
Bugün 6 Nisan 'Öldürülen Gazeteciler Günü…'
Bu memlekette Uğur Mumcu gibi, Abdi İpekçi gibi, Bahriye Üçok gibi, Çetin Emeç gibi, Metin Göktepe gibi gazeteciler insanlara gerçekleri anlatabilmek için çırpınırken haince pusularda,polis işkencelerinde can verdi.
Oysa bir dertleri vardı onların…
Gazetecilikten öte anlam ifade ediyordu yaptıkları…
Bu ülkenin nasıl emperyalist güçlerin kuklası haline getirildiğini, bunlar olurken kimlerin hangi kirli ilişkileri içerisinde vatanını 3 kuruş para için sattığını yazıyorlardı…
“Bu ülkenin hiçbir zaman A,B,C planı olmadı.Hep ABD planı oldu” derken üstat Uğur Mumcu güzel, yoksul ve yoksun memleketinin içerisine sokulduğu o karanlık çukurda insanlara gerçeklerin aydınlığı ile ışık oluyordu…
Ve onlar kalemlerini satmıyorlardı, korkmuyorlardı, susmuyorlardı…
Ama “birileri” için susmaları gerekiyordu ve “susturuldular”…
***
Ama bu “susturma” biraz kirli bir işti hem kamuoyunda da çok tepki görüyordu ve aslında tam olarak da o “Birilerinin” işini görmüyordu.
Zira sistemi “Komple değiştirmezler” ise yarın başka Uğur Mumcu’ların, Bahriye Üçok’ların, Abdi İpekçi’lerin çıkma ihtimali vardı her zaman.
O nedenle Türk basını “dönüştürülmeli,” ve “Dizayn edilmeliydi”, öyle de yapıldı.
Öncelikle gazete patronları siyasete bağımlı kılınmalıydı.
Bunun için de asıl işi gazetecilik olmayan yeni nesil “İş adamı” medya patronlarına ihtiyaç vardı.
Otomobil bayisi Aydın Doğan işte böyle “Gazete patronu” oldu…
Ve arkası geldi, Türk basınında asli mesleği gazetecilik olan hiçbir patron bırakılmadı.
Her medya patronu iş adamıydı,her medya patronu devletten ihale alıyor kamu bankalarından krediler çekiyordu.
Yani kalemleri artık siyasi iktidara “Mahkumdu”…
Ama bu sistem sadece patronajın değişimini de yeterli görmedi…
”Yeni nesil” bir gazetecilik dizayn ettiler. Bu yeni nesil gazetecilikte gazeteler için artık önemli olan gazetelerin can damarı olan muhabirler olmaktan çıkarıldı.
Gazeteler çoğu gazeteci bile olmayan “Star Köşe Yazarları” üzerine bina edilmeye başlandı.
Çok iyi para kazandı bu pek çoğu gazeteci bile olmayan “Yazarlar”…
Mesela bu memlekette 1 yıllık TRT muhabirliği dışında 4 sene okuduğu Basın ve Yayın Yüksekokulu dışında medya sektörü içerisinde zerre-i miskal tecrübesi olmayıp, Hacettepe Üniversitesi’nde akademisyenlik yapan Ertuğrul Özkök yıllarca Hürriyet Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı…
Susmadığı ve doğruları yazdığı için Emin Çölaşan’a “Arkadaş biraz hafif yaz, hükümete yüklenme…. Paramız iyi,içkimizi içelim keyfimize bakalım” diyen Özkök belki gazetecilik konusunda çok deneyimli değildi ama mesela hükümetlerin bakanları ile kağıt fabrikası pazarlığı yapma konusunda pek bir ustaydı…
Ha tabii Aydın Doğan ile iyi tavla oynuyordu ve pek tabii şaraptan da iyi anlıyordu kendisi…
Ertuğrul Özkök bu ülkede bir semboldü aslında; gerçekleri değil patronun ihalelerini takip eden,halkın doğru haber alma hakkını değil her şartta ve koşulda patronunun banka hesabını düşünen yeni nesil “Gazete yöneticiliğinin” sembolüydü…
Abdi İpekçi gibi mesleği için ölen gerçek gazete yöneticisi tipi, Ertuğrul Özkök tipi “Konformist ve iş bitirici” gazete yöneticiliğine evrilmişti en sonunda…
***
Gazetecilikte “Patronaj modeli” değişirken, peşi sıra iş adamları “Basının” nasıl büyük bir güç olduğunu keşfettiler 1990’larla birlikte…
Cem Uzan’lar, Cavit Çağlar’lar, Mehmet Ali Yılmaz’lar, Ferit Şahenk’ler, Turgay Ciner’ler, Erol Aksoy’lar, Mehmet Nazif Günal’lar, Hayyam Garipoğulu’lar, Mehmet Emin Karamehmet’ler...
Hepsi girdi basın sektörüne…
İşlerinin “Basın” kısmında hep zarar etseler de önemli değildi zira ellerindeki basın gücünü kullanarak devletten aldıkları ihaleler ile o zararı kat be kat karşılıyorlardı…
Ha bir de hemen hepsi banka kurmuştu bu ''Medya patronlarının…''
Aydın Doğan’ın Dışbank’ı,Cavit Çağlar’ın İnterbank’ı,Cem Uzan’ın Ada ve İmar Bankası,Mehmet Nazif Günal’ın MNG BANK’ı, Mehmet Emin Karamehmet’in PAMUK Bank’ı, Ferit Şahenk’in Garanti Bankası vardı artık…
Ticari işlerini giderek büyütüyorlardı ve ticareten her büyüdüklerinde aslında adım adım “Gazeteciliği” biraz daha öldürüyorlardı.
Zira ticari olarak her büyümeleri, siyasi iktidarlara biraz daha mahkum hale getiriyordu ve kalemler yazarken artık önce kafalarını siyasi iktidarlara çevirip bakar hale getiriyordu onları…
***
Medya patronları güç zehirlenmesi yaşıyorlardı artık ve memlekette “Biz hükümetleri de deviririz,istediğimizi de iktidar yaparız” havasına girmişlerdi.
Ellerindeki çok sevdikleri “oyuncakları” kendilerine her kapıyı açıyordu…
Ama günün birinde “Birisi” geldi ve hayatları allak bullak oldu bu “Medya patronlarının”…
O birisi ilmek ilmek dokuduğu planı ile önce ellerindeki ticari gücü kendi yandaşlarına “Transfer etti” gayet sistematik olarak…
Yavaş yavaş önce paralarını,sonra şirketlerini, bankalarını ve en sonunda da “Oyuncakları” olan gazetelerini-televizyonlarını kaybettiler…
Ve medya bir kez daha ama bu sefer sistem tarafından değil bizatihi bir parti tarafından “Dizayn edildi”…
Önce orta halli iş adamıyken “Zenginleştirilen” iş adamları baskı ile bunun bedeli olarak medya sektörüne sokuldu.
Ve kendisine ticari olarak göbekten bağlı bu iş adamlarının sahibi olduğu medya sayesinde tamamen kontrol altına alınmış bir yeni “YEŞİL MEDYA” yaratıldı…
Artık Türkiye’de medya diye bir şey kalmamıştı zira gerçekleştirilen bu yeni dizayn ile medya AKP’nin “propaganda makinesi” haline çevrilmişti.
Ne diyordu Hitler’in Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakan Josephı Goebbels “Bana vicdansız bir medya verin, size bilinçsiz bir halk sunayım.”
İşte AKP tam da bunu yapıyordu…
Ve Türk basını bu yeni dizayn ile tarihinin en kara çukurunun dibine çekilirken medyada ise “Vasatlık” standart haline getirildi.
Gazetelerde köşe yazmanın, ekranlarda program yapmanın tek geçerli kriteri Saray’a ve özellikle Erdoğan’a yakın olmak oldu…
Ne kadar çok “yandaşlık” yaparsan o kadar yükseldiğin, sırf Erdoğan ve ailesinin gözüne girebilmek için kasıtlı olarak yalan yazmak/söylemek dahil siyaha dahi beyaz diyebilecek derecede meslek onurunu ne kadar ayaklar altına alabiliyorsan o kadar “muteber” olduğun en pespaye dönemi yaşanmaya başladı “medyada”…
Liyakat zaten başında ruhuna Fatiha okunalı çok olan gazetecilikte bu dönemde hiç aranmayan bir özellik oldu.
Mesleki en ufak bir başarısı, tek bir önemli haberi olmayan sonradan “Türedi” yağdanlıklar sırf “Güzelleme” ve “Yağlama” kapasitelerinin yüksek olması ve “Tetik çekme” konusundaki maharetleri nedeni ile yalılarda oturmaya,ekranlarda 3’er 5’er programlar yapmaya hatta yetmeyip şirket kurup devletin kanalına yüzbinlerce liraya dış yapımlar yapmaya başladılar…
Bir “al gülüm ver gülüm” düzeni içerisinde yavaş yavaş öldürdüler gazeteciliği ve bu mesleği öldürenlerin ellerinde mürekkep değil bu mesleğin kanı olduğu halde 32 dişlerini göstererek “Beyefendi” ve “Hanımefendi” ile çeyrek kare poz verebilmek için kalemlerini de meslek onurlarını da haysiyetlerini de çoktan sattılar…
Evet bugün 6 Nisan “Öldürülen Gazeteciler Günü”…
Ama bu memlekette öldürülen “Gazeteciler” değil, “Gazeteciliğin” bizzat kendisi oldu, o nedenle bu gün yani 6 Nisan “Öldürülen Gazeteciler Günü” ölümsüz olan Uğur Mumcuların,Bahriye Üçokların,Abdi İpekçilerin, Çetin Emeçlerin, Metin Göktepelerin değil aslında o pek önemli kanallarda (!) ve bedava dağıtıldığı halde okunmayan o anlı şanlı gazetelerde her gün isimlerinin yanına hak etmedikleri “Gazeteci” unvanını yazarak karşımızda arz-ı endam edenlerin günüdür…
Şimdilerde önce kirletilmiş sonra katledilmiş bu mesleği her ne şartta olursa olsun bağımsız ve dik durarak gerçek anlamda yapmak için direnen bir avuç bağımsız gazeteci var bu memlekette…
Ve onların kulaklarında bir ses yankılanıyor: “Vurulduk ey halkım unutma bizi…”
Merak etmeyin; sesiniz kulağımızda,ışığınız yolumuzda…
UNUTMADIK,UNUTMAYACAĞIZ…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.