YEDİK, İÇTİK CEMAATİ KONUŞTUK
İsmailağa cemaatinin ruhani lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nun cenaze törenine valisinden emniyet müdürüne kadar devlet erkânının tam kadro katılması gündemi epeyce meşgul etmişti fakat sanki bu manzara Türkiye’de ilk defa meydana geliyormuş gibi eleştirilere de neden oldu.
Sözüm ona muhalefet cenahı her toplumsal olayları derinliğine analiz etmek, ileriye yönelik uyarıcı, aydınlatıcı öngörülerde bulunmak yerine herklesin gördüğü, bildiği gündem mevzusunu adeta sakız gibi çiğneyip tükürüp, ertesi gün yeni bir sakız daha ağzına atıp gevelemeye başlıyor.
Oysa Erdoğan ile kadrosunun bir tarikat şeyhinin cenaze törenine katılmasında, tabutu omuzlamasında ve hatta övgü dolu sözler etmesinde şaşılacak bir durum yoktur çünkü kökleri aynı çekirdeğe dayanmaktadır.
Esasen üzerinde durulması gereken nokta neden katıldığıdır ki zaten Erdoğan törende yaptığı konuşmada kendisini imam hatip öğrencisi olduğu 1965 / 1966 yıllarında beridir tanıdığını ve sohbetlerine, vaazlarına katıldığını açıkça söylemiştir. Meseleye biçimsel değil de özünden bakıldığında iktidar, aşiret, cemaat dayanışmasının cenaze törenlerinde de sürdürülmesinin gayet doğal bir durum olduğu görülecektir. Bu konuda devleti, iktidarı merkeze alarak eleştiren sözüm ona muhalifler, bütün meseleye biçimsel farklılıklardan baktıkları için meselenin özünden uzaklaşıyorlar. Hal böyle olunca da iktidarın her söz ve eylemine şaşırmaktan öteye gidemiyorlar.
Özellikle de Ortadoğu coğrafyasında etkin olan ve kökleri 1872’ye kadar uzanan Nakşîci gelenekçiliği “Barzani Aşireti” çatısı altında toplanan Beroji, Mizori, Şarvani ve Dolemari aşiretlerinin oluşturduğu bir konfederasyonudur. Ortadoğu da Barzani aşiretinin lideri, kamuoyunun da yakından tanıdığı Mesut Barzani’nin babası olan Molla Mustafa ile bilinmektedir. Siyasal İslam’ın ağırlıklı biçimi olan Nakşî geleneği Türkiye’de Fethullah Gülen’in “beyin yapıcımız” dediği İngiliz işbirlikçisi Said-i Nursi ile güncellenmiş ve adeta ahtapot gibi kollara ayrılarak kök salmışlardır. Çekirdeğini yine Nakşîlerin oluşturduğu emperyalist proje “Türk-İslam Sentezi” de Turgut Özal döneminde uygulamaya konulmuş ve bu dönemde palazlanmaya ve hatta devlet kurumlarında kadrolaşmaya başlamışlardır.
Özal’ın devamında iktidara gelen veya iktidar ortağı olan Nakşî ekolünün şimdilik son temsilcisi gibi görünen R. Tayyip Erdoğan, Nakşîbendi tarikatının İskender paşa dergâhına mensuptur ve bu gurup aynı zamanda Amerikancılar ile batıcıların kolu ve savunucusudurlar. Mahmut Ustaosmanoğlu’da aynı geleneğin yani Nakşîbendi tarikatının “Halidî” koluna bağlıdır.
Bu bakımdan her ikisi de Nakşî geleneğinin birer temsilcisi olduğu, ayrıca Erdoğan’ın tekelci sermaye ile tarikatlar ittifakıyla iktidara taşındığı gerçeği dikkate alındığında Erdoğan’ın Mahmut hocanın cenaze merasimine katılmasının eleştirilecek bir yanı olmadığı görülecektir. Sözüm ona muhalefet edenlerin anlayamadığı, şaşırıp kaldığı nokta, Cumhuriyet ideolojisine karşı Özal döneminden beridir kapalı yürütülen ideolojik karşı devrimin AKP döneminde açıktan, alenen yürütülüyor olmasıdır.
Kürtçü isyanların odağında Nakşîciler var
Örgütsel yapısının değişmez ön koşulu tutuculuk ve ümmetçilik olan tarikatların başında Nakşîler gelmektedir. Gerek Osmanlı ve gerek Cumhuriyet döneminde devlete karşı isyan çıkartan ayrılıkçı, dinci aşiretlerin tamamına neredeyse Nakşî geleneği hâkimdir. Kürt, ayrılıkçı isyanların en başında yer alan ve aynı zamanda Şeyh Said Palevi, Şeyh Said Pirani, Şeyh Muhammed, Said Nakşibendi, Şeyh Said Efendi adlarıyla da anılan Şeyh Said, Palu, Elazığ, Diyarbakır ve Muş’ta eğitim görmüş, babasının vefatından sonra Nakşîbendi Tarikatı postnişini olmuştur.
Kürtçü ayaklanma dönemlerinden sonra ideolojik önderlik artık Nâkşî şeyhlerinin eline geçmiştir. Nehri İsyanı -1878, Şeyh Sait -1925, Bitlis / Mutki -1927, Şeyh Ahmet Barzani -1930, Barzani/ Talabani -1960, Turgut Özal -1980 gibi Kürtçü hareketlere Nâkşîbendi ideolojisi hâkimdir. Din ekseninde “Ilımlı İslam” modeline uygun yeni bir peygamberlik figürü olarak Fethullah Gülen’i devreye sokarak Kuran ayetleri yerine çoğu hurafeden ibaret hadisler dillendirilerek İslamiyet’i dönüştürmeye başlamışlardır. Başta nurcular olmak üzere tüm Nakşîbendi fraksiyonları Kemalist devlet olarak suçladıkları Cumhuriyet aydınlanmacılığını ortadan kaldırmak için aynı hedef ve amaçta birleşmişlerdir. Başta Nakşîler ile en etkin kolu olan Nurcular olmak üzere Sunni kökenli birçok tarikatın selam yüzü kazınmadığı sürece binlerce yıllık zorbalığı, gericiliği, çıkarcılığı görmek mümkün değildir. Bunlar her türlü zorbalığı ve ilkelliği ayet, hadis ve tanrısal sıfatlar altında gizleyerek sürdürmektedirler. Aynı geleneğin devamı olan Şeyh Said ne ise Fethullah Gülen, Mahmut Ustaosmanoğlu ve Cübbeli Ahmet’te aynıdır. Tek farkları, hedeflerine varmak için kullandıkları yol ve yöntemlerdir.
Bütün sunni tarikatlar, Hıristiyanlığın Roma ve Perslerden devraldığı rahip devlet kalıbının birer örnekleri, ortaçağ feodalizminin dini kıyafetlere bürünmüş son aşamasıdır. Aşırı propaganda ile kabul ettirmeye çalıştıkları Allah’ın gölgesinde köle toplumunun üzerine putçuluğu inşa eden bu ilkel anlayış, baştan sona kadar entrika, yalan ve hurafelerle örtülü rahip devletin makyajlı figürleridirler. Günümüzde Hizbullah, tanrı partisi adıyla düpedüz siyasileşmiş ve hatta askerleştiği halde halen gökte aranan bir varlık aldatmacasını sürdürmeye devam etmektedir. Kenan Evren, hayatını ve anılarını anlattığı 1990 /1991 yılları arasında yayınlanan 6 ciltlik kitabında hem Fethullah Gülen hem de Mahmut Ustaosmanoğlu hakkında şu çarpıcı gerçeğe işaret etmektedir;
“Fethullah Hoca isimli bir adam türedi. Bana, Atatürk'e ve tüm ilericilere küfrediyor. Yakalandı, mahkemeye verildi. Fakat mahkeme kendisini serbest bıraktı. Ayrıca ortalıkta Mahmut Hoca diye bir şahıs daha görülmeye başladı. Mahkeme onu da serbest bıraktı. Bu gelişmeler, bu gibi mürtecileri cesaretlendiriyor.”
Tarikatların tüm siyasi partiler nezdinde genelde oy deposu olarak görüldüğü herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Ancak dini referanslı partiler için oy deposu dışında aynı zamanda hedefe ulaşmakta itici güç oldukları ve tehlikeleri ne yazık ki kamuoyuna yeterince anlatılmamaktadır. Meseleye bu gerçeklikten bakıldığında yöneltilen tüm eleştirilerin sığlığı ve anlamsızlığı görülecektir. Böyle bir yaklaşımın toplumu aydınlatamadığı gibi aksine sorunu özünden uzaklaştıracak, biçimsel farklılıklar üzerinden gereksiz tartışmalara yönelteceği salt bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kripto Molla için viskili toplantı
Nakşî ekolünün en etkin kollarından nurcu Fethullah Gülen’in, iktidar ortağı AKP ile 12 Haziran 2011 genel seçimler sonrasında anlaşmazlığa düşmesi ve bu gerginliğin çatışmayla sonuçlanması, kamuoyunu tarikatlar hakkında az da olsa fikir sahibi yapmıştı. Çünkü kapalı, gizli çalışan tarikatlar, Gülen Cemaati’nin deşifre olmasıyla daha şeffaf ve tartışılır hale gelmişti. Erk gücünün Gülencileri terörist ilan etmesiyle de kamuoyunda özellikle de muhafazakâr kesimde bu şablonla anılmaya başlanırken hakkında hiçbir şey bilmedikleri diğer tarikatlara olan bakış açıları da değişmedi.
Oysa Fethullah Gülen ne ise Nakşî ekolünden gelen diğerleri de aynıdır. Aslında Fethullah Gülen Cemaati, Nakşî ekolünden gelen diğer tarikatlar için önemli bir örnek de oluşturmaktadır. Çünkü yukarıda da belirttiğim üzere bu ekolden gelenler fraksiyonlara bölünmüş olsa da hedef ve amaçlarında birleşmişlerdir. Amaç ve hedeflerine ulaşmak için de her türlü çıkar ve işbirliğine kapılarını açık tutmaktadırlar. Fethullah Gülen’in iltica serüveninin kamuoyunca bilinmeyen arka planı, bu işbirliği gayet açık bir şekilde ortaya koymakla beraber tarikat/cemaat’in iç yüzünü de aydınlatması bakımından önemlidir.
Bilindiği üzere sağlık sorunlarını neden olarak gösteren Fethullah Gülen, 1999’da ABD’ye turist vizesiyle gitmişti. Fakat oldukça zor aşamalar gerektiren sürekli oturma (Green Card) iznini nasıl aldığı, kimlerin aracılık ettiği kamuoyunca pek bilinmemektedir. Başta Vatikan olmak üzere Türkiye’deki Yahudi cemaatinin hahambaşı İshak Haleva, Katolik Cemaatleri Ruhaniler Kurulu sözcüsü Georges Marovitch, ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Deborah K. Jones ile vekili Stuart Smith, Ankara büyükelçisi Morton Abramowitz’ın yanı sıra Graham Fuller ile George Fidas gibi CIA elemanları Gülen’e oturma izni almak için destek kampanyası başlatmış, tavsiye mektupları yazmışlardır. 9 Şubat 1998’de Vatikan’da Katoliklerin ruhani lideri Papa II. John Paul ile Gülen’i bir araya getiren, tanıştıran da Georges Marovitch ile Türk-Yahudi işadamı Uzeyir Garih’tir.
Ayrıca Gülen’in durumunu konuşmak, çözüm bulmak için 17 Nisan 2007’de ABD’nin İstanbul başkonsolosluğunda viskili bir toplantı düzenlenmiş ve toplantıya katılacak olan Fethullahçı kadronun listesini de Nazlı Ilıcak hazırlamıştır. Nazlı Ilıcak, Fehmi Koru, Ali Bulaç, Mustafa Akyol, Bilgi Üniversitesi’den Niyazi Öktem ile Galatasaray Üniversitesi’nde ders veren oğlu Emre Öktem, Marmara Üniversitesi’nden ilahiyatçı Mahmut Kılıç, Cemil Meriç’in kızı Ümit Meriç, Fatih Üniversitesi Edebiyat Fakültesi dekanı Alparslan Açıkgenç, Türkiye Katolik Cemaatleri ruhaniler kurulu sözcüsü Georges Marovitch, Türkiye Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı başkanı Harun Tokak’ın katıldığı toplantıyı ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Deborah K. Jones, 27 Nisan 2007’de “Gülencilerle az viskili bir toplantı” başlığıyla ABD’ye rapor etmiştir.
Gülen cemaati üzerinden vermiş olduğum bu kısa özet, Nakşîbendilerin / Nurcuların diğer cemaat / tarikat ile uluslar arası istihbarat örgütleriyle olan kirli işbirliğini gösteren en çarpıcı emarelerdir. Dolayısıyla adı, kolu, yolu ne olursa olsun bütün tarikatların köleci bir toplumu arzuladıkları ve buna ulaşmak için de kim olduğuna bakmaksızın herkesle çıkar veya ideolojik işbirliğine gidebileceği en yalın biçimde kamuoyuna anlatılmalıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.