Süleymancıları kim yönetiyor?

Süleymancıları kim yönetiyor?

Süleymancıların içinde yaşadığını ifade eden Av. Hayrullah Karadeniz yaptığı açıklamalarla Süleymancıların iç yüzünü ve ilişkilerini açığa çıkardı.

Sizin de içinde bulunduğunuz cemaatin diğer cemaatlere göre daha kapalı bir yapısı var. Sizin içerden bir tanıklığınız var. Cemaatin yakın dönem tarihini biraz anlatır mısınız? 

Cemaatlerin Ortaya Çıkışı şöyle;  Malum; 3 Mart 1924’de medreselerin kapatılması ve tevhid-i tedrisat ile– eğitimin birleştirilmesiyle- ilgili kanunun çıkarılmasıyla, Osmanlı’nın temel eğitim kurumu olan medreseler devre dışı kalıyor. Türkiye’de İslam diniyle ilgili bir eğitim kurumu kalmıyor. Hocazade Süleyman Efendi Hazretleri  (daha sonra soyadı kanunu ile Süleyman Hilmi Tunahan), medrese hocalarının derneği var onun başkanı aynı zamanda. Kendileri Dersiam, yani şimdiki ordinaryüs profesör, hem hukuk profesörü hem dini ilimler profesörü. Bu kanun çıkınca arkadaşlarını topluyor, fahriyen devletten izin alıp camilerde dini eğitim verelim diye devlete müracaat ediyorlar. İnönü Başbakanken, bunun yasak olduğu ve şiddetli bir biçimde “cezayı müstelzim” bulunduğu  bildiriliyor. 

Bunun üzerine tabiri caizse tek başına, dini kurallar unutulmasın, milleti millet yapan dini inançtır, bugün devletimiz ayakta ise bu dini inancımız sayesindedir diyerek, bir ilahi sorumluluk duygusuyla hareket ediyor. Süleyman Efendi Hazretleri kendi aile fertleri ve yakın çevresinden başlayarak 1950’li yıllara kadar kaçak göçek ders okutuyor.

Sonra 50’li yıllarda Menderes iktidarıyla biraz daha serbestlik geliyor, Kur'an kursları, dernekler yoluyla organize oluyor. Süleyman Efendi Hazretleri 1959 yılında irtihal ediyor. Tabi o zamana kadar yetiştirdiği öğrencilerini  Diyanet'in imtihanlarına sokarak devlet kadrosunda müftü, vaiz, imam gibi din görevlisi olarak yer almalarını sağlıyor.

Yaklaşık 20-30 yıllık bir dönemde din adamı yetişmemiş bu memlekette. Hatta imam hatip okullarının açılması, İnönü dönemindedir. Bu okullar Süleyman Efendinin bu hareketine karşı, “dini mihraptan kontrol etmek” amaçlı kuruluyor. Yani islamı ortadan kaldıramayınca, istedikleri gibi bir islam dini olsun diye. Sonradan iktidarlar döneminde tabii mecraına giriyor. Bizim insanımız ehli sünnet çizgiden ayrılmıyor.

-Yani Devlet İmam Hatip okullarını aslında bu cemaatlerin gelişmesini kontrol altına almak için açıyor. 

CHP ile diğer muhafazakar siyasetçilerin siyaset kavgasında, temelde bu var. İmam Hatiplerin açılma sebebi de dini kontrol etmek içindir, dini hizmet vermek için değil. Sonradan İmam Hatip Okulları da dini hizmet veren bir kurum haline geldiler ve o okulları açan zihniyet tarafından kapatılmaya kalkışıldı. 59’da Efendi Hazretlerinin irtalinden sonra, talebesi ve damadı olan Kemal KACAR cemaatin başına geçiyor. Hem din ilimleri Üstattan tahsil etmiş, hem de İstanbul’da yetişmiş, tam bir İstanbul Beyefendisi iş adamı, onun nezdinde cemaat organize olmaya başlıyor.  Özellikle diyanette cemaat çok etkin olmaya başlıyor. Bu, 1972 yılında diyanet işleri kanunundaki değişiklikle Süleyman Efendinin talebeleri diyanetten tasfiye edilinceye kadar sürüyor. 12 Mart darbesin sonrası Süleyman Efendinin Talebeleri Diyanet'ten tasfiye ediliyor. 

12 Mart hep sola karşı yapılmış bir hareketmiş gibi algılanır ama....?

Bizdeki bütün askeri darbeler sola ya da sağa karşı değildir. Amerika’nın talimatıyla ve Onun menfaatine hizmet eden hareketlerdir. O zaman Tayyar Altıkulaç Diyanet İşleri Başkanı Yardımcısı, -Onun projesiyle- bu operasyonlar yapılıyor.

Yani cemaate bağlı olduklarını düşündükleri imamları vs tasfiye ediyorlar...

Müftüyü alıyor mesela Tunceli’ye kayyım diye atıyor istifaya zorluyor. Hocalar üzerinde büyük baskı olunca Kemal Bey Abi de kendi sözünü dinleyen hocaların istifa edip ayrılmasını istedi. Bu tarihe kadar, sadece “kuran kursu” hizmeti veren bir cemaat iken, lise daha sonra da üniversite talebelerine yurtlar açmaya başladık. Tabi Milli eğitimin kontrolü altında… Ama o yurtlar insanları yedirip içirmek için değil dini eğitim vermek için açıldı. Devlet ise bunu bölücü irticacı bir hareket  olarak görüp takip ediyordu. Yetmişli yıllarda camiler yoluyla Avrupa’ya  sonra seksenli yıllarda dünyanın bir çok yerine yayıldı. Yaklaşık yüz civarında ülkeye orda camiler yoluyla oralarda yaşayan Müslümanların çocuklarına dini eğitim verilerek daha çokta Türkiyeli Müslümanların yaşadığı ülkelerde organize olundu. 

-Yani Almanya’nın işçi ihtiyacı oluyor. Buradan işçi yolluyorlar. Ama bunlar dini inançlarını nasıl yerine getirecekler diye kimse düşünmüyor. Burada Süleymanlılar bu ihtiyacı karşılıyor. 

Bu işin cemaat hikayesi böyle. Ayrıca Süleyman Efendi Hazretleri Nakşi tasavvuf yolunun bizim inancımıza göre son mürşidi. O cemaat içersinde biz buna inanırız. 

Burada mürşid’den kastedilen ne? Şeyh ve Mehdi tartışmaları var, benzer bir şey midir?

Tasavvufla alakadar olanlar, -gerek içinde olanlar gerekse ilmini yapanlar- bilirler ki zaten İslam dünyası içinde tasavvuf, dini yaşayışın doktorası, ihtisası gibidir. Osmanlı döneminde bunlar sistemliydi. Mesela Bektaşilik bir tarikattır. Tasavvuf tarikatler yoluyla yaşar. Bunlar yazılı kültürden ziyade sözlü kültüre dayanır. Nakşi yolu, yani Nakşibendilik, İmam Muhammed  Bahaüddin Şah-ı Nakşibend isimli Buhara’da yaşayan büyük zatın yoluyla maneviyatı yaşayanlara verilen addır. Bu gün Türkiye’de tarikat mensuplarının 10 da 9’u Nakşibendiyim derler. Çünkü geleneksel olarak İslam tarihi içindeki peygamberin sünnet yoluna, Hz Ebubekir’e dayanır. İmanımız odur ki, peygamberimizin son peygamberdir. Peygamberlerin tebliğ görevi vardır.  Cenab-ı Hakk Kur’anı Kerim’de buyuruyor mealen; “Seni ben şahit, müjdeleyici ve denetleyici, olarak gönderdim”. Müfettişimsin diyor Peygambere(SAV). Kendisi de hadislerde buyuruyor. Peygamberimizin vefatından sonra, peygamberimizin dönemindeki kuralların günün şartlarına uygunluğunun sağlanmasında, adapte edilmesinde, (dinin ihyası) peygamberimizin varisleri olacağını kendisi haber veriyor. 

Bir hadisi şerifinde buyuruluyor ki “Benim ümmetimin (bazı) alimleri (bütün alimler değil) eski peygamberler gibidir.” Mesela Musa AS, kendine kitap indi (Ulül-Azim Peygamber) fakat ona bağlı olan yardımcıları vardı. Mesela Harun Aleyhisselam ve başka yerlerde de Kuran’da adı geçmeyen yardımcıları vardı. Bu hadisi şerifin manası; “Benden sonra bazı insanlar gelecek, bu insanlara Cenab-ı Hakk’ın verdiği ilimle manevi bir bağ ile bana bağlı olarak, eski peygamberler gibi görev yapacak.” 

Bu görev yapacakların sonuncusu da kıyametten evvel, Hz. Mehdi isimli bir zat. Bu zamanda herkesin mehdilik iddiasında bulunmasının sebebi de budur.... Yani peygamber değildir onlar, peygamber vekilidir, varisidir. 

-Yani Mürşitler peygamber vekili olarak görülüyor. Anladığım kadarı ile Süleyman Hilmi Tunahan’ın son mürşit olduğuna inanılıyor.

Mesela ordu komutanının rütbesi ne olur? Orgeneral, peki bütün orgeneraller darbeci çıktı hepsini attık, ordu komutansız mı kalacak? O zaman devlet bir alt rütbedeki subayı yerine vekaleten atar. İşte bu mürşit dediğimiz zatlar da peygamber vekilidir rütbesi peygamber değildir ama görevleri peygamberinki gibi insanları irşad etmektir (aydınlatmaktır).  Mürşit kelimesi de irşat’tan, dinen aydınlatmak, doğru yola davet etmekten gelmektedir. Mürşit, “irşat eden” demektir Arapçada. 

Tasavvuf yollarının inancında ilk mürşit olarak, ilk “varisünnebi” de denir buna Hz. Ebubekir ve Hz. Ali Efendilerimiz gelmektedirler. Hatta hani mehteranların  bir nidası vardır; “üçler, yediler, kırklar adına huu diyelim...” diye

 

Üçler; birincisi Kutbul aktab’dır, ikincisi gavsul azam’dır, üçüncüsü kutbul ula’dır. İşte bu kutbul aktab, aslen peygamberin vekilidir. Buna varisul nebi, mürşi-i kamil gibi isimler verilir. Bütün Ehlullah manen ona bağlıdır. Son gelecek mürşid-i kamil de Hz.Mehdi olacaktır. 

İlk döneme ilişkin anlattıklarınızdan; yasaklar var, buradan cemaat ve dini oluşumlar kendilerine bir yol çizip var olmaya çalışıyorlar. Var olan duruma kendilerini uydurmaya çalışıyorlar. Yurt dışındaki ihtiyaçlar gideriliyor. Ama devletle şöyle bir paralellik görülüyor: Devlet bunları denetlemeye ve görmeye çalışıyor, bir yandan onlar da devlete karşı mesafeli duruyorlar, fazla karşı karşıya gelmeme gayretindeler. Ama sonraki dönemde işler biraz değişiyor gibi. 

Diğer cemaatlerin de anlayışını biliyorum az çok... içinde bulundum, dışında bulundum. Süleymanlı cemaatinin tarihçesini kısaca arz ettim. Dışarıdan bakınca cemaatler ve tarikatler aynı anlamda kullanılır. Tarikatlar, bütün islamın ilk çağından itibaren olageldiler. Cemaatler Türkiye ye mahsus, Batı’da bu tabir Hıristiyanlarda vardır.  İslami cemaatler Türkiye’de Cumhuriyet’le beraber çıktı. Bunların bir kısmı, Osmanlı’daki bir kısım tarikatlar cemaatleşmesi ile gerçekleşti. 

Yani bir çeşit maddi yapıya büründü. Osmanlı’da tasavvufi bir yapısı vardı. Devletin de koruması altındaki ilim, zikir merkezleri, dervişleri vardı. Devletin tanıdığı tarikat mensupları askere alınmazdı. Onlardan vergi alınmazdı, böyle bir statüleri vardı. Osmanlı’da tekke ve zaviye bunların mekanlarıydı. Medreseyle beraber tekke ve zaviyeler de kapatıldı. Batıdan (Hıristiyan dünyasından) bize enjekte edilen bir inanç vardır; daha çok bizdeki Laikçi Kemalistler dillendirir; “Din, Tanrı’yla kişi arasındadır”, fakat İslam da öyle değil, yatak odanıza bile hükmediyor İslam. Ve o dini –İslam’ı- tam yaşamak için devlet bulunması lazım. 

-Süleymancıların Cuma namazlarını devletin camilerinde kılmadıkları söylenir.

Cuma namazı, bizim dinimizin temel hükümlerinden birisi ve şartları vardır. Vücubunun şartları vardır; Mesela hastaysa, seferiyse, dışarıda hayati tehlike varsa, bu adama Cuma namazı farz değil. O öğle namazı kılacak. 

Bir de sıhhatinin (Geçerli Olmasının) şartları vardır; mesela Cuma namazının sağlıklı olabilmesi için devlet başkanının (Halifenin) burada Cuma namazı kılınır demesi lazımOradaki imamı da devletin tayin etmesi lazım. Devlet deyince kim, devlet adına tüm insanların halifesi (ne demek; yerine bakan demek). Cenab-ı Hak insanın her birini kendine halife kılmıştır. Sosyal hayatta da Allah’ın bize verdiği halifelik yetkisini seçimlerle bir dini halifeye devrediyoruz. Devlet başkanına veriyoruz. Buradan şunu anlıyoruz devlet olmadan Cuma namazı olmaz. Ama 1923’de öyle bir devlet gelmiş ki dini yasaklıyor. Yani  rakı masasında müftü tayin eden devletin atadığı imamla mı Cuma namazı olacak? Atatürk’ün Cenaze namazının nasıl kılındığını bilir misiniz? Öldüğü zaman Dolmabahçe de Diyanet İşleri Başkanı sanırım Şerafettin Yaltkaya Namazı kılalım diyor. Fevzi Çakmak falan da var. Tanrı uludur, tanrı uludur diyor, selam size, selam size diyor. Böyle bir cenaze namazı ya da Cuma namazı beni tatmin eder mi? Etmez. Peki başka devlet var mı yok. Öyleyse ne yapacak Müslüman, dini işleri için devlete güven kalmayınca.

Cumhuriyet dönemi, dini olarak biraz Selçuklu Devletinin dağılmasından sonraki döneme benzer. 

Dini cemaatlerin bazıları hocaları etrafında toplanmasıyla -Nurculuk ve Süleymancılık gibi- (Bu isimler Devlet tarafından bu cemaatlere biraz da aşağılamak için verilmiş isimlerdir), bazıları da var olan tarikatleri -cemaate dönüşerek- ortaya çıktı. Anadolu Selçuklusundan sonraki Osmanlı Beyliği, Karesi Beyliği, Germiyanoğulları Beyliği gibi. Yani cemaatler yeraltına inmiş dini devletçiklerdir. 

-Peki bugün gelinen noktada hala böyle mi bakılıyor?

Ne zaman ki devlet dine karşı olan tavrını değiştirip her türlü dini faaliyeti destekler hale geldi, bu artık değişti. Bu özellikle Ak parti döneminde başladı. Askerlerin etkisinin azaldığı 2010 anayasa değişikliğinden sonra dini hizmetlere karşı bir baskı var diyebilir miyiz? Bırakalım Sünnileri, diğer inanışların da, (Şiilerin, Alevilerin, Caferilerin) üzerindeki baskılarda kalktı. Dolayısı ile bugün cemaatlerin, “devlet hüviyeti” taşıma misyonuna ihtiyacı kalmadı. 

Bu 1940’larda böyle miydi?

Peki sizin yazınızda anlattığınız devlet ile birlikte ilk bir araya gelme 12 Eylül sonrası gerçekleşiyor. 

27 Mayıs darbesinden sonra kendisine tehlike olarak gördüğü bir “Nurculuk” bir de “Süleymancılık” var. Devlet bunları tehlike olarak görüyor. Bir yandan da göstermelik de olsa bir demokrasi var. Bir yandan cemaatler sağ partilerin oy deposu. Demirel’in Adalet partisinin oy deposu. MHP dahi yetmişli, seksenli yıllarda cemaat ile çok yakınlaştı. Rahmetli Türkeş’in Kemal Bey Abi ile iyi ilişkileri vardı. Ama cemaat MHP’ye oy vermedi. Niye vermedi. Verirse marjinal bir partiye odaklanmış olacağını, hedef haline geleceğini düşündü. 

- Peki o yıllarda yekpare şekilde şunu destekleyelim buna oy verin şeklinde bir tutum var mıydı? 

Yetmişli seksenli yıllarda bütün mesaimizi dini hizmetlerin ileri gitmesi için harcıyorduk. Kuruluşumuzda Süleyman Efendi’nin verdiği mesaj şudur; “İnsanlar sel gibi cehenneme gidiyor. Bizim maksadımız sel gibi cehenneme akıp giden Ümmeti Muhammed’in evladından kurtarabildiğimizi kurtarmak olmalı”. Bu devirde gençler din dışı hayata özendiriliyor, birinin çocuğu içki içse “vay oğluma ne güzel içiyor” diyor. Süleyman Efendinin devleti ele geçirmek gibi bir hedefi asla olmamıştır. “Daha çok ulaşabildiğimiz insanlara temel dini eğitimi verelim dini hayatı yaşatalım” amacı bu olmuştur.. 

Mesela şu anda ismini vermeyeyim, iki büyük bürokrat bizim cemaatte yetişmiştir. Ama cemaatte paralel şekilde devleti ele geçirelim diye bir anlayış hiç olmamıştır. Bizden mezun olur halka karışır. 

-Ama bir yandan yurtlar kuran kursları okullar açıyorsunuz. Dolayısıyla devletle işiniz var. Yani bu hizmetleri yapmak için en iyi çalışabileceğinizi düşündüğünüz bir partiye destek vermiyor musunuz? 

Tamam devletle işimiz var. Adalet Partisi döneminde benim kursları açmama, dernekleri işletmeme biraz gönülsüz de olsa izin veriyor. O da askerlerin izin verdiği ölçüde. Biz de iktidar olmaya yakın ve dine düşman olmayan kitle partilerine oy verdik. Mesela bizim tespitimize göre Demirel masondur müslüman değildir. Biz onun mason olduğunu biliriz. Fakat kurumsal olarak dini hizmetlere karşı duramaz. Çünkü onun oy deposu sağ kesim. 

Kemal Bey Abi derse ki Adalet partisine oy verin, verilir. Ki demiştir de. Ne zaman der. Seçimlerden kısa süre önceden bildirilir. Hiç firesiz veririz. Özal’da da öyle olmuştur.. O zamanlar doğrudan oy potansiyelimiz yüzde biri geçmezdi belki. Ama etkilediğimiz oylarla yüzde onu bulabiliyorduk. 

Köylerde başka bir teşkilat yok. Orada cemaat mensubu hoca köylüleri toplayıp kime oy vereceğini söylediği zaman etkili olabiliyor. Ya da muhtar, hocaya kime oy verelim dediği zaman, oylar oraya verilebiliyor. Bir tek bunun istisnası CHP oldu.

Son 16 yıldır CHP’ye oy verilmesi de istendi. Ama oylar CHP’ye akmadı. 

-Mesela hangi seçim döneminde. 

2011-2014 seçimlerinde. Yerel seçimlerde Antalya gibi bir yerde CHP’ye oy verildi. AK partiye düşman dendi. Ama buna rağmen cemaatin tabanı Ak Parti’yle iç içe geçmiş olduğu için en az yüzde ellisi yine Ak Partiye oy verdi.
 
-Muhafazakar bir Kitleye bunu nasıl açıklıyorlar. Sonuçta kendi tabanının gönlü Ak Partiye daha yakın. 

Benim tenkit ettiğim dönem bu. Ahmet Bey Rahmetli (Ahmet Denizolgun) maalesef bir 28 Şubat projesidir. Bahane üretilerek Ak Parti karşıtlığını sürdürdüler. Örnek vereyim. Cumhurbaşkanı siyasi kimliği ile siyasi saiklerle bir mesaj veriyor. Ne diyor “ Bizim dinimiz Alevilik Şiilik Sünnilik dini değildir. Bizim dinimiz İslam’dır”

Cemaat lideri Ak Partiye oy verdirmeyecek ya. Gördünüz mü “mezhepsiz” diyor. Dini bir ayrılık yaratıyor.,  “Ahmet Bey Abimizin sözünde hikmet vardır” diye inanıyorlar.  Cemaatin başındaki zatın (Cemaat eşittir Devlet inancıyla) Ululemr olduğuna inanılır. İslam’da Ululemre itaat farzdır.

-12 Eylül’den sonra önce cemaat liderini hapse atıyorlar. Sonra biraz iyi polis kötü polis oyunu oynanıyor. Ona bir teklifle geliyorlar. 

Doğrudan cemaat liderlerini hapse attılar. Kemal Bey Abi yakalandı, 11 ay kadar Antalya’da cezaevinde kaldı. İdamla yargılanırken beraber cezaevine gittiği kişiler de dahil olmak üzere hepsi serbest bırakıldı. Cemaatin bütün mallarına el koymak için kararname hazırlanmıştı. Özal dahil Bakanları tamamı imzaladı. O zaman Özal başbakan yardımcısıydı. İnançlı bir insan ama, devletin zorlaması. En son Adalet bakanı Cevdet Menteş’e bıraktılar. Sol kökenden gelen bir bakandı. Yani kahramanca Kenan Evren’e direndi(!). Oradan da öyle bir şey çıkardılar. Bizim cemaatte o yüzden Cevdet Menteş’e sempati oluşmuştur. (FETÖ’nün Kasım GÜLEK’i veya Bülent ECEVİT’i gibi bir şey)

Ben o zaman orduda yüzbaşıydım. Tabi Süleymanlı olduğumu söylemiyorum. Ama sivil hayatımda cemaatin kurslarına gidiyorum, geliyorum. İstanbul’da görevli olduğum zaman Kemal Abi’yi görür sohbetlerine katılırdım. Cemaatin büyüklerini tanırdım. Rapor alır, bir iki ay, cemaatin yurtlarında ingilizce, fizik, matematik dersleri verirdim. Fakat bu olayın olduğu tarihte Ardahan’da görevliydim. İzinli olarak İstanbul’a geldim. 

-Olayı tekrar anlatır mısınız?

Hapisten çıktıktan sonra Sultanahmet’te bulunan büroda kendisini ziyaret ettim. Odaya kimsenin alınmamasını istedi. Sonra bana ‘seninle bir sırrımı paylaşacağım. Bu sırrımı cemaatte H. Kumaş dahil paylaşacak kimsem yok’ buyurdu. İstihbaratın yani MİT’in kendisini cezaevinde bir anlaşmaya zorladığını kendisinin de bu anlaşmayı kabul etmek zorunda kaldığını belirtti. Kemal Bey Ağabeye iki durumdan birini tercih etmesi teklif edilmişti. Ya Kendisi ve 16 İdareci, hoca arkadaşı ortadan kaldırılacak ve Cemaatin bütün mülküne el konulacak; Ya da cemaatin tasfiyesi ve askeri idarenin emrine girmesi için idare ile işbirliği yapılacaktı. Eğer bu anlaşma sağlanırsa “Amerika veya Türkiye’de” en yüksek seviyede imkanları haiz bir dünya hayatı garanti edilecekti. Büyük miktarda para da teklif ediliyordu. Kemal Ağabey; “Ben bu anlaşmaya gönülden nasıl evet derim. Ama kabul etmediğim taktirde bu kişiler söylediklerini yapacak güçte ve kararlıktalar. Bu sebeple anlaşmayı kabul ettim ve bu şekilde tahliye edildim. Diğer arkadaşlarımız da serbest kalacaklar. Bundan sonra artık bu anlaşma çerçevesinde neyi ne kadar ve nasıl yapabileceksek öyle olacak…

-Peki bunu sizin gibi o zaman cemaatte çok etkin olmayan birine neden anlattı. 

 Bu soruya ancak yorum yapabilirim; Birinci Sebep; hizmetin organik olarak içinde olan birine anlatamazdı. Cemaatin ermiş olarak gördüğü kişi askerlere boyun eğmiş olurdu. İkinci Sebep; Kemal Bey Abi bunu hocalardan veya İdarecilerden kimseye söylerse bu dışarı sızar ve  anlaşmayı da ifşa etmiş olurdu. Peygamberlerin bile sırdaşları olmuştur. Bu insani bir tavırdır, vicdani rahatsızlığını biriyle paylaşmak ihtiyacı gibi. Bir de zamanı geldiğinde bilinmesinde hayır görmüştür. Gerçek sebebi kendisine malumdur. Güvendiği bir asker kişi olmam, bir de yeni serbest kaldığında ziyaretine giden kişi olmam beni tercihinin sebebi olabilir. Bilemiyorum. Bu anlaşmanın Muammer Aksoy vasıtası ile gerçekleştiğini düşünüyorum.

Peki Muammer Aksoy gibi sol kimliği ile bilinen birisi ile bu ilişki nasıl kuruluyor. 

12 Eylül’den önce Muammer Aksoy CHP senatörü, Kemal Bey Abi de Adalet Partisinden milletvekili. İkisi de meclis adına Türkiye’yi Avrupa Parlamentosunda temsil ediyorlar. Bizimde Avrupa’da derneklerimiz var. Devlette imkânları olan bir devlet değil. Kemal Bey Abi Avrupa Parlamentosu üyesi olarak Strazbourg’a gittiği zaman, Muammer Aksoy da senatördü. Oradan tanışıyorlar. Mesela oralarda Atatürk’e laf söyletmezdi Kemal Bey Abi. O bizim milli değerimiz derdi dışarıya karşı. Ama içeride kesinlikle karşı çıkardı. Atatürk’ü sevmediğimizi herkes biliyordu. Muammer Aksoy sanki Kemal Bey Abiye bir haksızlık yapılmış gibi onu savundu. Kemal Bey Abinin avukatlığını yaptı. Ben diyorum ki irtibatı oradan kurmuşlardır. Tabi bu benim yorumum.

-Kemal Beyin ölümünden sonraki süreç nasıl oldu. Cemaat liderliğinin akrabalık ilişkisi içinde içerde kalması devam etti. 

Sonra Kemal KACAR’dan sonra (2000 Yılında) Ahmet Denizolgun cemaati başına geçti. Aradaki akrabalık ilişkisi nedir. Üstadın iki kızı var, oğlu yok. Kemal Abi büyük kızı ile evliydi. Yani Süleyman Efendi’nin büyük kızından dolayı damadıydı. Birde küçük kızı ile evli Kamil Denizolgun abimiz vardı. Onun da iki oğlu bir kızı vardı. Büyük oğlu Mehmet Denizolgun yani Süleyman Efendinin torunu oluyor. Bu arada Kemal Abi’nin çocuğu yok. Bu arada eşi, yani Süleyman Efendi’nin büyük kızı 80 yılında vefat etti. Hayatta kim kaldı. Küçük kızı ve torunları kaldı. Küçük damat Kamil bey yani . Onun da oğlu geçenlerde vefat eden Ahmet Beydi. Onun kızkardeşinin oğlu da şimdi cemaatin başına geçirilen Alihan Kuriş..

-Başlangıçta cemaatin başına geçenlerin dini bir liderlik vasfı var. Peki sonra ne oluyor da bu akrabalık ilişkileri ön plana geçiyor. Yapı artık aile etrefında mı örülüyor. Yani maddi ilişkiler kurumlar artık aileyi mi ön plana çıkartıyor. 

Üstad mürşid yani peygamber varisi değil mi? Üstadın evlatlarına da peygamberin Ehli Beyti gibi kutsiyet atfedilir. İşin mistik tarafı bu. Maddi tarafı ise şöyle, cemaat dev bir holding, maddi menfaatler var. Cemaatin önde gelen hocaları var. Bazıları imam der bizde idareci denir. Bir zamanlar bölge idarecilerinin tamamı Süleyman Efendinin talebelerinden oluşurdu. Daha sonra Kemal Bey Abinin döneminde benim tespitime göre Derin Yapının baskısıyla Süleyman Efendiden ders görmüş talebelerin hemen tamamı tasfiye edildi. 

Eskiye gidersek daha iyi anlaşılır. 1959 yılında iki büyük hoca vardı. Bunlardan birisi Antalya’ya Süleyman Efendinin icazeti ile giden orada ders okutan Mustafa Çırpanlı. Birisi de geçenlerde vefat eden Hüseyin Kaplan Hocaefendi. O İstanbul’da okutuyor, diğeri Antalya’da. 

Süleyman Efendi Hazretleri vefat edince Damadı Kemal Kacar ticaretle uğraşan birisi. Üstadın aile fertlerinden birisi, onun etrafında ama kuran kurslarından geçen birisi değil. Bu Çırpanlı Hocaefendi daha yaşlı daha itibar gören birisi. Bütün hocalar onu öne çıkarıyorlar. Yani onun idareciliğini kabul ediyorlar. Bu onu şeyh yapmıyor. Fakat O, Süleyman Efendinin şahsından dolayı bu aile bağları ile de güçlenirse daha iyi olur diye düşünüyor olmalı ki, Aldım, kabul ettim deyip idareyi Kemal Bey Abiye tevdi ediyor. Kemal Bey Abinin  baştan bunu kabul etmediği söylenir. ‘Beni bu işe sokmayın’ diyor. Başlangıç yıllarından itibaren Kemal Bey Abi’nin böyle dini bir kisve iddiası hiç olmamıştır. Abi denmesinin sebebi de budur. Herkes Süleyman Efendi Hazretlerinin doğrudan bağlısı evladıdır. Bizim için kıyamete kadar bu böyle devam edecektir. 

Kemal Bey Abi vefat edince cemaatin birliğini sağlayacak bir Hocaefendi kalmadı. Bir çoğu cemaatten dışlanmış, geriye kalanlarda ise liderlik vasfı bulunmuyordu. Cemaati ancak Üstazın ailesinden birisi toparlayabilirdi. Zaten Ahmet Bey de bu makam için belli güçler tarafından hazırlanmıştı.

Benim anladığım Kemal Bey’in askerlerle ilişkisi biraz zorunluluktan kaynaklanıyor. Fakat sonrasındaki ilişki biraz daha farklı. Ahmet Beyle birlikte girilen ilişki daha iç içe geçen bir ilişki. 

Ahmet Bey cemaatin içinden gelmediği için onun içindeki ilişkileri bilmezdi. İkili görüşmelerimizden anladığım kadarıyla, Ahmet Bey meseleye şöyle bakıyordu: “Bu benim dedemin mirasıdır, bu mirasın da hak sahibi benim”. Biraz da çocukluğundan beri, etrafındakiler ‘üstadın torunu, evliya’ vs gözüyle bakıyorlar cemaat içinde. Bizleri –cemaatleri-, siz gazeteci ve entelektüel kesim olarak yeni sorgulamaya başlıyorsunuz. Ama CIA ve MOSSAD meseleye başka bakıyor. MOSSAD bir adamını yollayıp cemaatin kurslarında okutup hoca yapıyor, veya küçük yaşta irtibat kurup kendi adamı yapabiliyor, cemaati içerden tanıyor, bu yapıya göre de plan program yapıyor. (Lawrence örneğinde olduğu gibi.) Biliyorlar ki bu cemaatin içinde “ehli beyt’ten gelenlere” karşı bir sorgulamasızlık var, bunu ben bir de bakan yaparsam milletin önüne koyarım, bunu herkes büyük evliya diye kabul eder. Aynen böyle olmuştur.

-Bir de cemaatte devletle direk karşı karşıya gelmeme çabası da var. 

Tüm cemaatleri devlet bir tehlike olarak gördü. İrticai faaliyetler olarak izledi. Devlet dediğin de yakına kadar NATO Ordusu Silahlı Kuvvetlerdi. Bizim silahlı kuvvetlerimiz NATO döneminde Rusya’ya karşı yapılanmış, ama sonra bütün işi gücü iç politika olmuştur. İç politikadaki düşmanı da irticadır. Bu da “Nurculuk, Süleymancılık” başta olmak üzere cemaatler ve tarikatlar. Dolayısıyla cemaat mensubu iki şeyle yetişiyor. Bir; bu devlet din düşmandır, iki; vakti geldiğinde bu devleti elime geçireceğim. Bu anlayış bütün cemaatlerin temelinde vardır. Ama en azı Süleyman Efendi cemaatindedir. Çünkü, bizim gayemiz Süleyman Efendi’nin başlangıçta söylediği “Cehenneme sel gibi akan Ümmeti Muhammed’in evlatlarına dini öğretmektir”. Süleyman Efendinin şöyle bir yaklaşımı vardır; “Siz başka bir şeyle uğraşmayın. Yani devletin başına o gelmiş bu gelmiş sizi ilgilendirmez. Vardığınız yerlerde kuran kursu açacaksınız dini öğreteceksiniz.” Cemaat buna şimdiye kadar bağlı kaldı. 

-Hep büyük bir yapıdan söz ediliyor. Bunu biraz açar mısınız. Yani neler var bu yapının içinde?

Dediğim gibi Süleyman Efendinin ana mesajı “Cehenneme sel gibi giden ümmetten kurtarabildiğini kurtarmak. Bunun yolu da bizim kurslardan yetişen insanlar vardıkları yerlerde kuran kursları açsınlar.” Ya ilminizle ya paranızla hizmet edin. Geri kalanla yani siyasetle falan meşgul olmayın. Bizim çizgimiz bu. Dolayısıyla bizim cemaatte kapıdan giren vali ile zengin ile, mesela Vehbi Koç’la sıradan biri arasında fark yoktur. Vehbi KOÇ gelmiştir de ondan söylüyorum. “Yahu ben milyonlar akıtıyorum bizim yurtlarımızda ben bu düzeni sağlayamıyorum” dediğine ben tanık olmuşumdur. Yani vali ile köylü arasında fark yoktur. Önce sırf kitapları dışarı bastıramıyoruz diye Fazilet Yayınevi kuruldu. Bir anonim şirket olarak kurulmuştu. O şirket dışında şirketimiz yoktu bizim. Sonra 1991 yılında Hilal Denizcilik diye bir şirket kuruldu. Daha sonra Ahmet Bey döneminde hastane (Hisar) açıldı. Maddi gücümüz daha çok yurtlardan kaynaklanır. Mesela seksenli yılların başında Türkiye’de üç bin civarında yurdumuz vardı bizim. Bu yurtlarda daha çok Anadolu’daydı. Bizim hemen her Sünni Müslüman köyünde bir kuran kursumuz veya cami hocamız vardı. Daha sonra bu kuran kursları yurtlara dönüştürüldü. 

Daha sonra biçki dikiş kursları açıldı. Mesela İslam tarihinde ilk kadın kurslarını bizim cemaat açtı. İslam tarihinde başka örneği yoktur. İlk yatılı kız kuran kurslarını biz açtık. Daha sonra bu yurtlar Avrupa’ya ve Türkiye’nin her yerine yayıldı. Daha sonra hastaneler ve marketler açıldı. Önce helal gıda temini amaçlı marketler açıldı. Almanya merkezli Et Kombinesi (Tuna) kuruldu. Sonra yaygınlaştı. 

- Bir yandan cemaatin başına geçen Alihan Kuriş gibi insanlara baktığınız zaman öncesinde belki modern denilebilecek bir yaşamları var. Peki böyle bir cemaatin başına geçen kişinin dini bilgisinin olması beklenmez mi? En azından dini konularda konuşması insanları etkilemesi.

Yani sonuçta muhafazakar bir ailede yetişmiş, temel dini eğitimini almış bir insan. Cemaatin başında bulunanın din adamı, hoca olması gerekmez. Doğrusu cemaatin birliğini temsil eden makamdır. Ahmet Bey de bu birliği ve temsil görevini yerine getirmiş, derin baskıların etkisiyle yaptığı icraatler dışında cemaat gelişmiş ve büyümüştür. Bizim cemaatin başındaki makam daha önce de arz ettiğim gibi asla şeyhlik mürşitlik makamı değildir. Allah yolunda ve Üstazın izinde hizmet eden Cemaatin maddi yapısının birliğini temsil eder. Yeter ki, etrafında istişare kurulu oluşsun ve başa geçen kişi “La Yüs’al” sorumsuz sorgulanmaz bir mevkiye oturtulmasın. Bu yönüyle Cemaatin başına aileden birinin geçmesi bana göre isabetli bir tercihtir. Cemaatin birliği dirliği için.

Alihan Beyde hoca denilecek seviyede ilim olduğunu sanmıyorum. Ama Asil bir ailenin iyi yetişmiş bir evladıdır. Bulunduğu makamı hakkıyla temsil edecek durumdadır. Dediğim gibi yeter ki, istişare heyeti oluştursun ve Ahmet Beyin düştüğü hataya düşmesin, derin ilişkilerin içine girmesin.

Peki Ak Parti ile ilişkilerin soğuk olmasının sebebi ne.. Yani sonuçta ilk iktidara gelmesinden bu güne Ak Parti ile ilişkiler çok gelişmedi.

Ben bu ilişki biçiminin Ahmet Beyin hür iradesi ile karar verdiği bir ilişki olduğunu düşünmüyorum. Yeni dönemde bunun düzeleceğini ümit ediyorum.
 

Yeni dönemde strateji ne olur?

Ben şahsen Devletin, “Siyasete ve devlete karşı durmaya kalkma, bir de dinin ana akideleri üzerinden bozuk itikatlar oluşturma, yoksa müdahale ederim” uyarısı yapılacak cemaatlere diye bekliyorum. 

-Dışarıdan da Fetö’den sonra Ak Parti artık “Süleymancılar ve Menzil” gibi cemaatleri destekleyecek, devlet kadrolarını bunlara açıyor gibi söylentiler var. 

Elde kalan bürokratlar, mantıklı olarak kendine düşman olmayanlar arasından seçilir. Fetö’yü aradan çıkarırsa geriye onlar kalıyor. Diğer cemaatler de çok muhalif değildir zaten, Mahmut Efendi, Menzil, İskender Paşa cemaatleri Ak Parti’ye yakın duruştalar. Bizim cemaatin mensuplarında politize olma hali yoktur. Ahmet Bey’in de tavrı buydu. Sen bana karışma ben de sana karışmayayım. Ama ona baskı yapıp oraya getiren kuvvetler, Ak Partinin karşısında olanlara oy vermesini sağladılar. Arada bir mesaj vererek Ak Parti karşıtlığını canlı tutma gibi şeyler olmuştur. Ahmet Bey kendisi de milletvekili olmak istememiştir. Her seçimde adaylık teklif edildiğini duyuyorduk. Son seçimden bir gün önce açıklama yapmış; “Oy vereceğiniz yeri biliyorsunuz, kursumuzu yıkana oy vermeyin” diye. O derin güç ona bu açıklamayı yaptırmıştır diye düşünüyorum. Cemaat gittikçe bunun zorlama olduğunu görerek, Ak Parti’ye doğru kayıyordu. Uyanma potansiyeli olanlara uyansınlar diye bende bu hatırayı ölümünü vesile görerek açık ettim.

-Sizin bir hukukçu kimliğiniz de var. Cemaatlerin iç yapısını da biliyorsunuz. Sonuçta cemaatler Türkiye’nin bir gerçekliği. Ama bir yandan bu yapıların hukuksal bir karşılığının olmadığı eleştirisi var. Ne yapılmalı. Bir hukuksal altyapı oluşturulmalı mı? 

Aslen her cemaatin bir hukuki görünen yönü var, bir de gönül bağıyla oluşan bir yapısı var. Geçmişteki bir mücadele birliğinden oluşmuş bir şey. Şimdi insanlar “Filanca Yer” bilmem ne derneği diye dernek kuruyorlar. Aslında orada kumar oynamak için bir yer yapıyorlar, Dernek onların resmi kimliği oluyor asıl amaçları kumar oynamak... Şimdi bizim cemaatlerin resmi görünen bir yanları var. Dolayısıyla kuran kurslarının her biri diyanete bağlı, öğrenci yurtlarının her biri Milli Eğitim’e bağlı. Anaokulu ve kolejlerin her biri Milli Eğitim’in denetiminde. Bazı yurtlar içişlerinin denetiminde olabilir tam bilemiyorum mevzuatı. Her biri ayrı dernek ve vakıflar bazında organize olmuş. Hatta bir zamanlar bizim federasyonumuz vardı. 12 Eylül’den önce kuran kursları federasyonu diye. Bu bizim resmi yapımızdı. 12 Eylül’den sonra federasyonlar belli şartlara bağlanınca, yani kamu yararına çalışan dernekler ancak federasyon olabilir denince bir müddet devam etti, sonunu bilmiyorum..

Devletle olan ilişkide, bir hizmet sahasına geçilirken kurallara uyuluyor.

Sivil toplum örgütü gibi yapılanmasıyla bu oluşumun arkasında resmi bir yapı var. Hiç birisi hayali değil. Devletten alınmış sertifikası izni hepsi var. 

-Belki denetim sorunu var.

Burada önemli olan devletin Milli Eğitime bağlı okullar, yurtların içinde veya diyanete bağlı kuran kursları içinde, o kurumun sahasına giren denetiminin yapılması. Kursların ve kurumların hiç gizli bir yönü yoktur. Bir zamanlar biçki dikiş, halk eğitim şeklinde, kız eğitim kuran kursu açtık. Orda Halk Eğitim’den bir dikiş hocası gelir orda bulunur odası vardır. Günde bir saat dikiş dersi verir sonra o gittikten sonra diğer tarafta Arapça Osmanlıca Medrese dersleri okutulur. Burada hukuki bir boşluk yok. Fakat cemaatler içinde tek adamın çıkıp bütün gücü elinde toplaması bir sorun. 

-Cemaatin Diyanetle ilişkisi nasıldır, 70’li yıllarda diyanetten çıkarıldı diyorsunuz, şimdi durum nasıl. Diyanet hocaları ile cemaat hocaları arasında hep bir rekabetten söz edilir.

Bizim dini eğitim sistemimiz Osmanlı dönemindeki gibi.  Yani İptidai (ilkokul) ve tekâmül altı (Orta Öğrenim), tekamül (Yüksek Okul) diye üç kademeli bir eğitim sistemi var. Açık liseler devreye girdikten sonra, hem diyanette görev almak kolay olsun diye, hem de yurtlar bu statüye kavuşsun diye (yurt olması için öğrenci olması lazım resmi devlet öğrencisi) açık öğretime kaydedilip oradan İmam Hatip’te okumak lise okumak gibi şeyler yaygınlaştı. Hatta bitirenler arasından İlahiyat okuyanlar çıkmaya başladı. Dolayısıyla Diyanet diploma arıyor ya bizim cemaatin mensupları da kazanmaya başladılar. Ama temelde tarihten gelen rakip olma, çatışma durumu devam ediyor. Bunu nerden anlıyorum. Benim yazımı diyanetin haber sitesinde paylaşınca baktım bütün hocalar bir de yorumlar yapmışlar. Cemaatten çıkan hain bir adam da bizim gibi düşünüyor diye .. Baktım beni de tanınmaz hale getirmişler. Diyanetin bayağı bir hıncı oluşmuş. Neden? Diyanetin hocaları İmam Hatip kökenli, orada evinde kalıyor, gündüz okula gidiyor. Halbuki dini hayatı kuran kurslarında yaşayanlar 7/24, gece tesbih namazlarına, sabah cemaatle namazlar. Çocuklarda dini yaşamak manevi bir hal, ilim sahibi oluyor... Ve imam olarak bir yere gittiği zaman kuran kursundan mezun bir imam halkı cezbediyor. Halbuki devlet memuru imam hatip kökenli imamlar ilahiyat mezunu bile olsa halka cazip gelmiyor, çünkü geçmişinde dini hayatı yok. İzine ayrılırken “Cami İzinde Olduğum İçin Kapalıdır” ilanı asan imam cemaatte yetişmez.

Anlayamadığım, devlet kökenliler imam hatipten geldiler diğerleri oradan değil mi ki!...

Şimdi, Süleymanlılar da sınavlara girip geçiyorlar ama, orada da onlar biliniyorlar. Halk nezdinde Süleymanlı Hocalar daha yakın geliyor, dini hayatı çocukken almış temelden... Hepsi R. Tayyip Erdoğan gibi yetenekli olmuyor İmam Hatiplilerin. Devlet memuru gibi işliyor kafa, valinin memuru var müftü de onlardan birisi, imam da müftünün memuru. Bu çatışma oradan meydana geliyor. 

Güç diyanetin imam hatip kökenli hocalarında, fakat halk öbürlerine daha çok itibar ettiği için kıskançlık var hocalar arasında...  Ne demişler; “Hasetliğin Onda Dokuzu Hocalara, bakiyesi tüm insanlara dağıtılmış, Hocalar Ondabirdeki payımızı isteriz demişler.”

 

İlgili Haberler

Kaynak:dinihaberler.com

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
18 Yorum