Geçen hafta, Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, bir dizi Tweet atarak “iktidarla neyi konuşmak istesek Afrin operasyonunu bahane ediyor” dedi. Karamollaoğlu,“işine iade edilmeyen binlerce KHK mağdurundan, 1 milyon taşeron işçiden, zamlardan, hukukun üstünlüğü endeksinde 113 ülke arasından 101. sıraya düşen ülkemizin halinden konuşamıyoruz” diye şikayet ediyordu.
Saadet Partisi Genel Başkanının uyarıları sade ve yerindeydi. Afrinharekatının milli bir mesele olduğu söyleyen Karamollaoğlu “futbol maçı değil vatan savunması yapıyoruz” diyordu. Afrin’le ilgili gelişmelerin parti kongresinde ilan edilmesinden ve operasyonun magazinleşmesinden duyulan rahatsızlığı ifade ediyordu. Harekat, parti siyasetine alet edilmemeliydi. En önemlisi şehit cenazelerinde politikacılar öne çıkmamalıydı. Vatan nasıl kimsenin malı değilse, şehitler tüm milletin evladıdır.
Memlekette herkes her şeyden eminmiş gibi görünüyor. Fakat nedense hiçbir konuda emin olamıyoruz. Yarın kimle savaşacağız, kimle ittifak kuracağız belli değil. Bir yandan ABD’yi suçlayıp Rusya ile masaya oturuyoruz ama diğer yandan “Esed” terörist başı diyoruz. İktidar hep bir ağızdan ABD’nin PKK’ya silah verdiğini söylüyor ama silahların taşındığı üsler hala işliyor.
Tam bu sırada Genelkurmay eski Başkanı Başbuğ’un “Afrinharekatı siyasete alet edilmesin” sözleri iktidar cephesinde tepkiyle karşılandı. İlker Başbuğ dahil halkın ezici bir çoğunluğu harekatı destekliyor. Fakat Karamollaoğlu’nun da ifade ettiği gibi sürecin yönetiliş tarzıyla ilgili birçok soru işareti mevcut. Ergenekon sürecinde hapsedilen Başbuğ gibi deneyimli bir devlet adamının bile eleştiri hakkı yoksa “ortak akıl” nasıl sağlanacak?
Yükselen iç ve dış çatışma ortamında vatandaşın eleştiri ve sorgulama hakkı olmazsa neyden taraf olması gerektiğini nereden bilecek? Bir de olayın herkes tarafından görünen kısmını bile tartışamazken arka planını nasıl değerlendireceğiz?
Şu anda içinde olduğumuz çatışma siyasi olduğu kadar ekonomik değil mi? ABD Dışişleri Bakanı geçen hafta Latin Amerika turundaydı. Erdoğan’ın Tillerson’la bir tartışmaya girmemek için Venezuela gezisini ertelediğini yazmıştım. Aynı Tillerson bu defa Ankara’yı içine alan bir Orta Doğu turuna çıktı. Bizim gündemimiz PKK/YPG ama Tillerson’un gündemi Suriye’nin inşası. ABD Kongresi bu konuyu tartışmış, 300 milyar dolarlık bir yatırım hesaplamışlar. ABD’nin derdi bu paranın Şam yönetiminin egemenliği dışındaki bölgelerde kullanılmasını sağlamak.
Şam’ın yeniden yapılanmada ihalelerin çoğunu Rusya’ya vereceği aşikar. Daha şimdiden Çin 2 milyar, İran 5 milyar dolar kredi açmış durumda. Türkiye işte bu sahaya girerek pastadan pay almaya çalışıyor. Cumhurbaşkanı’nın “3,5 milyon Suriyeliyi ilelebet besleyecek halimiz yok” çıkışının altında yatan gerekçe de ekonomik. Afrin gibi sınır kentlerini hızla inşa edip hem askeri hem de ekonomik kontrol sağlayacak bir plan Türkiye’nin masasında duran.
Soru şu: İktidar neden bu meseleleri açıkça halka anlatmayı, milletle tartışmayı, bir ulusal mutabakat sağlayarak meclisi de arkasına alma yolunu seçmek yerine herkesi susturmaya çalışıyor? Kuvvetler ayrılığına dayanan bir siyasal rejim, meclis tarafından belirlenen ulusal politikalar, dengeli bir dış politika yerine neden illa ki parti egemenliğine dayanan ve onun her şeye egemen olduğu bir idari sistem dayatılıyor?
Türkiye’nin bir Zeytin Dalı’na ihtiyacı var. Fakat bu zeytin dalını önce birbirimize uzatmak mecburiyetindeyiz. Kamplaşmadan daha da kötüsü, memlekette iktidarın hışmına uğramaktan korkan büyük bir kitle var. Sermaye kaçışı bir tarafa, en eğitimli ve nitelikli nüfus başka ülkelerde yaşama arayışına kapıldı.
Vatan dediğimiz taş topraktan ibaret değildir. Sadece kanını dökmekle değil, hatta daha da önemlisi üzerinde insanca, barış ve dayanışma içinde yaşarsak hepimize vatandır bu toprak. Dünyayı ötekine zindan ederek kimse gönenç içinde yaşayamaz. Zor günlerde öfkeden çok (ortak) akla ihtiyacımız var.