ZAN(a)LI!
İstanbul`da bir semt vardır adı : Unkapanı
Unkapanı bu adı Osmanlı`nın eski un ambarlarından alır.
Menderes döneminde bu ambarlar yıkılır ve yerlerine yeni kent planı yapılır.
Fakat ambarla yıkılınca enkazın altından bir fare türü ortaya çıkar, bu fareler bütün şehre yayılırlar.
Kedi kadar büyük bu fare türüne daha önce raslanılmamıştır.
Ambar yıkıntılarından şehrin ara sokakların yayılan bu fareleri, insanlara, eşyalara saldırmaya başlamışlar...
Fakat bu saldırılarda sadece ısırıp bırakıyorlarmış...
Fareleri öldürmek için zehirlerde tesir etmiyormuş...
Farenin bu saldırısın nedenlerini araştırmak için dünyanın çeşitli yerlerinden bilim adamları gelmiş.
Ama fareleri ne öldürebiliyorlar, ne de saldırılarının nedenini anlayabiliyorlarmış...
Bir süre sonra fareler kendiliğinden ölmeye başlamışlar.
Bunun sebebi şudur:
Fareler doğduğundan, ölünceye kadar un ambarında yaşadıkları için bütün yiyecekleride sadece un`muş.
Fare serbest kalınca un aramaya başlamış, bulamayınca da ölmüşler...
Bu duruma canlılar metebolizmasında bağışıklık sistemi denir.
Yani canlı neyle beslenmişse, neye alışmışsa o şekilde hayatını sürdürürler.
Başka bir şeyde çözüm yolunu ise keşfedememektedirler.
Bu durum belirli görevlerle yaratılmış, canlılar için geçerli gibi görülse de insan canlısında da bu özeliklere rastlanmaktadır.
Yani topumda, siyasette, sosyal hayatımızda da bu tür özelikleri olan insan canlılarına rastlamak mümkündür.
Onların davranışları ve sonuçları farelerin un`dan beslenmesi kadar nettir.
Örneğin; 30 yıldır dağda olan birini “gel şehirde yaşa, barış yapalım” diyemesiniz. Hayatını Türk Milletine düşmanlığa adamış birine “gel bu vatanı sev “ diyemesin.
Onlar artık kanla beslenmiştir, ruhlarını ihanetle bezenmişlerdir.
Kansız yaşayamaz, bu vatanı sevemezler.
İşte böyle biri çıktı meclis kürsüsüne ve aslında istemediği bir yemini etmeye başladı;
“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma “ dedi ve devam etti...
“hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma” dedi ve büyük bir sahtekarlıkla cümle kurmaya devam etti...
“toplumun huzur ve refahı” dedi hiç utanmadan
“milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa'ya sadakatten ayrılmayacağıma...” dedi ve işte burada beynine giden oksijen durdu ve ihanet sendromu devreye girerek “büyük Türk(iye) milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim” dedirtti.
Namusu o yeminde herşeyi sevdi de TÜRK milletini sevmeye yetmedi.
Ama mecburi görevinden “TÜRKİYE Milleti” dedi.
Oysa and içemediği o millet, edemediği o yemindeki her şeyi gerçekleştiren hakikatti.
Bu hakikate bir kez daha kan kustu, dündü ve bir ZAN(a)LI gibi ardına bakmadan meclisi terk etti.
Peki 24 yıl sonra bu ZAN(a)LI aynı ihanet türküsünü neden tekrarladı?