Kendimi bildim bileli bir Yunan tehdidinden bahsedilir. Kuşkusuz boş bir söylem değil.
Zamanında ülkemizi işgal etmiş bir devletten bahsediyoruz. Üstelik Ege ve Akdeniz sorunları da her daim güncelliğini koruyor.
Bununla beraber toprakları paylaşılmış, orduları dağıtılmış ve henüz siyasal organizasyonunu tamamlayamamış bir devletken bile Yunan ordusunu denize dökmüşüz. Aradan yüz sene geçmiş. Yunanistan’dan sekiz kat daha fazla nüfusa, yedi kat daha büyük bir ekonomiye sahibiz.
Ordularımızı karşılaştırmak bile abes. Ege Ordusunda askerlik yaptım. Bizim sırf topçu birliklerimiz Egedeki adaları cehenneme çevirmeye yeter. Ayrıca öyle Yunanlıların elli uçak üç beş gemi almayla kapatamayacağı kadar büyük bir fark var aramızda. Türk ordusunun askeri personel sayısı, operasyonel güç ve tecrübesi, komuta yeteneği, askeri teknolojisi dünyanın en büyük ordularıyla boy ölçüşür. Yunanistan bu listeye sondan bile giremez.
İmkanı olanların aradaki farkı görmek için bu komşu ülkeyi ziyaret etmesini şiddetle tavsiye ederim. Kapıkule’den girdiğinizde herhangi bir medeniyet belirtisi görmek için uzun bir yolculuk yapmanız gerekir. Selanik’e hatta Atina’ya kadar yolda trafik polisine bile rastlamanız imkansızdır. Başkent meydanlarında torbacılar cirit atar.
AB kumandasına teslim olmuş çaresiz ve yaşlanmış bir ülkedir Yunanistan. Değil Türkiye ile Polonya, Macaristan hatta Çekya ile bile karşılaştırılamayacak kadar zayıf bir ülkedir.
Bu noktada soluklanıp Siyaset Cafe yazarlarından Suat Gün’ün “Türkoloji meselesine giriş” ve “Türkiye ve Yunanistan birleşebilir mi” başlıklı yazılarına göz atalım.
Suat Gün bu makalelerinde Yunanlılarla aramızdaki coğrafi, tarihsel, kültürel ve kan bağına dayalı ortaklığımızı anlatıyor. Ege’nin iki yakasının koparılmasının imkansızlığını, iki milletin bir çatıda yaşamasının maddi ve tarihsel koşullarından bahsediyor.
Ayrıca Yunanistan’ın 1923’de 7, bizim ise 11 milyon nüfusa sahip olduğumuzu, bugün Türkiye lehine güç oranlarındaki değişimin yirmilerdeki antlaşmaları ve statükoyu tehdit eder hale geldiğinin altını çiziyor. Sonuç olarak da bir Türk-Yunan Federasyonu’nun gerçekleşebilirliğini sorguluyor.
Bunun gerçekleşmesi için üç koşul öne sürüyor: Birincisi Türkiye’nin iyi bir idareye sahip olması ve ekonomik çekim merkezi haline gelmesi, ikincisi Avrupa’nın ekonomik gücünü yitirmesi, üçüncüsü de Rusya’nın zayıflaması.
Öncelikle gelişen ve büyüyen bir Türkiye’nin etkinlik alanını genişleteceğine kuşku yok. Bu yarın bir Türk-Yunan Federasyonunu da kapsayabilir. İki ülke arasında birliğin maddi manevi temelleri mevcuttur.
Suat Gün’ün tespit ettiği gibi Yunanistan’ın nüfusunun en az yarısı mübadele ile Türkiye’den gitmedir. Bugün Mora yarımadasında yaşanan demografik krizi yine Türkiye fazla nüfusunu oraya akıtarak çözebilir. Onların eğitimli iş bilen nüfusu Türkiye’ye büyük katkı yapar. Ancak bu yarın kalkıp adaları alacağım diyen bir idarenin becerebileceği bir iş midir yoksa uzun vadeli bir hedef mi olmalıdır?
Örneğin bu mesele “Mavi Vatan” perspektifiyle çözülebilir mi? Mavi Vatan’ın isim babası Cem Gürdeniz ile şahsen tanışma ve sohbet etme imkanına sahip oldum. Rahmetli Amiral Soner Polat’la da bir hayli mesaim oldu. Her ikisinin de bu konuda yazıp savundukları hemen her şeyi okudum.
Ben de yarattığı etki bu doktrinin Deniz Kuvvetlerini TSK içinde daha etkin bir konuma getirme ihtiyacından doğduğu yönünde. Gerçekten de bu ekip doksanların ortasından itibaren Deniz Kuvvetleri’nin politik ve teknik gücünü TSK içinde artırmış. Hedefleri de Cem Gürdeniz’in defaatle söylediği gibi denizci bir genelkurmay başkanı çıkarmaktı.
Böylece hem Cumhuriyeti açık denizlere ulaştıracak hem de “karacı zihniyeti” aşacaklardı. Oysa bana göre Mavi Vatan tam bir karacı zihniyetle hazırlanmış. Zira Ege gibi karmaşık kıyı formuna sahip binlerce ada ve kayalıktan oluşan bir denizi bir satıh gibi değerlendiriyor. Çözümü aynen karada olduğu gibi sınırlar çizmekte buluyor. Ve Yunanistan’ı düşman olarak görüyor.
Konunun uzmanı değilim ama “Mavi Vatan” grubundan yakın zamanda emekli edilen Amiral Cihat Yaycı’nın Libya ile yapılan deniz yetki alanları mutabakatı da aklıma yatmadı.
Yaycı’nın iddiasına göre Türkiye onca üniversitenin, coğrafyacıların ve haritacıların görmediği şeyi keşfetmiş. Ama bu konuda uzman birçok kişi de Yaycı’nın formüle ettiği bu haritada Türkiye’nin deniz alanlarında çok önemli kayıpları olduğunu söylüyor.
Gerçekten de Yaycı’nın haritasında 28 Derece boylam üzeri unutularak Yunanistan terk edilmiş görünüyor. Ayrıca Yaycı’nın katıldığı programlarda gelişi güzel söylemleri var.
Geçen akşam Montrö Sözleşmesinin 20-21 maddelerine göre gerginlik durumunda boğazları Yunanistan’ın ticari gemilerine kapatabileceğimizi söyledi. Oysa bu maddeler savaş gemileriyle ilgili.
Montrö’de iki ülke arasında doğacak bir gerginlikte ticari gemilere gündüz geçiş hakkı engellenemiyor. Yani bir deniz amiral bu kadar basit bir hükmü nasıl bilmez? Bana ciddiyetten uzak geliyor bu tarz yaklaşımlar.
Suat Gün, Ege’deki son kriz doğmadan dört ay önce şu tespiti yapıyordu:
“Türkiye’nin savaş yolu ile Ege Adaları ve Yunanistan’ı ele geçirmesine batı dünyası müsaade etmez, Yunanistan’a muazzam ölçüde silah yardımı yaparlar”. Aynen de dediği gibi olmuştur. Açılışı Fransa yaptı. Mevzu uzarsa yarın Avrupa’nın tüm donanmasını oraya yığarlar; bu kadar basit.
Fransa, ABD, Rusya’nın akbabalar gibi Akdeniz’e çökmesi boşuna değil. Daha da açık söyleyeyim; Ege’de çatışma çıkarmak Türkiye’nin gereksiz yere ayağını taşa dolamaktır. Bu en çok emperyalistlerin işine yarar.
Türkiye kendisinden kat be kat küçük komşusu Yunanistan’ı kucaklayacak güce sahip. Ama bu tam da Suat Gün’ün söylediği gibi paylaşımları değil ortaklıkları artırarak gerçekleştirilebilecek bir şey. Bir Yıldırım Harekatıyla Yunanistan’ı işgal edip tüm dünyayı şok ederiz gibi spekülatif bir yaklaşımı ciddiye almak mümkün değil.
Ulusların birbiriyle kaynaşması uzun süreçleri kapsar. Bugün istikrarlı bir vergi sistemine bile sahip değilken, bütçemizi ve gelecek on yılımızı planlayamıyorken Yunanistan’ı egemenliğimize almayı düşünemeyiz.
Birincisi doğru hesap yapıp yapmadığımızdan emin olmamız gerekir.
Bu ise tamamen bilimsel ve teknik bir olay. İkincisi makul, kapsayıcı ve geleceği planlamaya müsait bir doktrine sahip olmalıyız. Üçüncüsü bütünleyici ve hayata uyan bir doktrin yaratmak için sağlam bir felsefeye ihtiyaç vardır.
Siyaset Cafe’nin bir başka bilge kişisi Prof. Dr. Özcan Yeniçeri’nin “Çelişki ya da savaşmadan kazanılan zaferler” başlıklı son yazısını mutlaka okuyun. Yunanistan meselesini bir de bu makaleyi okuduktan sonra düşünmenizi öneririm. Çünkü tam da onun ifade ettiği gibi çağımızın paradoksal yaklaşımını çözemeyenler bu konuyu da kavrayamazlar.
ABD’nin “tavşana kaç tazıya tut” politikasını, Rusya’nın Kıbrıs’ta, Libya’da ve Suriye’de açıktan Türkiye karşıtı politikalarını (hatırlayalım yıllar önce Rumlara herkesten önce ilk Ruslar S 300 satarak Akdeniz’de dengeyi bozmuşlardı) anlamanın imkanı yoktur.
Türk-Yunan anlaşmazlığını Ege’nin karmaşık kıyı yapısına gömülerek çözemezsiniz. Sorunu sadeleştirip sonra uzun ve karmaşık bir yol haritasıyla hedefe taşımak gerekir.