Dönemin başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ, 2012’de yaptığı bir açıklamada TSK İç Hizmetler Kanunu’nun 35. Maddesi ile görev devir teslim yeminlerini düzenleyen 37. Maddesi de dâhil olmak üzere bazı düzenlemeler yapacaklarını, en geç 2014’te yarı başkanlık sistemine fiilen geçileceğini ve bunun için de kamuoyu araştırmaları yaptıklarını söylemişti.
Bu açıklamaya göre de muhtemelen “Başkanlık Referandumu” planlanıyordu fakat düşündükleri veya planladıkları gibi olmadı çünkü her konuda olduğu gibi kamuoyu yine ikiye bölünmüş ve ciddi tartışmalar yaşanmıştı.
Kamuoyunun aynı paydada buluşturacak tek seçenek ise milli duyguların okşanması veya köpürtülmesiydi.
Devletin içinde kadrolaşmasına göz yumdukları, destekledikleri, finanse ettikleri “Hizmet Hareketi” dedikleri Fethullahçı çetenin 2016’da AKP’yi tasfiye etmeye kalkışması, milli duyguların köpürtülmesi için eşsiz bir fırsat yaratmıştı. Ancak Fethullahçı kadronun ordu, polis ve yargıdan temizlenmesi gerekiyordu ki, bu da iki yıl gibi bir zaman aldı.
Böylece Bekir Bozdağ’ın işaret ettiği yarı başkanlık sistemine dört yıl gecikmeyle 2018’de, Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerini değiştirecek olan “Partili Cumhurbaşkanı” seçimi ile geçilmiş oldu.
Başkanlık ve federasyon kimlerin talebi?
Seçimden önce ve sonrasında AKP seçmeni, yandaşları, besleme medyası ve hatta Selahattin Demirtaş bile “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganıyla toplumsal hafızaya başkanlık sistemini aşılamaya başladılar.
AKP seçmeni“Reis”in yanı sıra “Başkan” şeklinde hitap ederken aslında Demirtaş ile aynı paydada buluşuyorlardı. Çünkü HDP’nin ve PKK’nın yıllardan beridir süregelen talebi, federasyon ve başkanlık sistemidir.
Bu nedenle mevcut siyasi partiler için de bir tek HDP’de “eş başkanlık” sisteminin olması ve “başkan” şeklinde hitap edilmesi de boşuna, rastgele bir tercih değildir.
Erdoğan’ın AKP, diyenleri “edepsiz” şeklinde eleştirmesiyle de aynı anlama gelmektedir. Çünkü sürekli tekrarlanan söylem veya davranış, bireyde alışkanlık haline geleceği için sorgulamayacak ve böylece “Ak Parti” diyerek farkında olmadan zihinlerinde aklayacaktır.
İşte “başkan” söyleminin yaygınlaştırılmasında ki amaç da budur.
Konumuza dönecek olursak; Bozdağ’ın da işaret ettiği gibi başkanlık sisteminin provası niteliğindeki yarı başkanlık sistemine geçişte öncelikle TSK’nin yapılandırılması gerekiyordu.
Dünyanın düzenli orduları arasında sayılan komuta kademesi zaten Ergenekon sürecinde AB / D ile Fethullahçı kadronun desteğiyle dağıtılmış, Avrasyacı komutanlar da tasfiye edilmişti.
Sırada TSK’nin, çekirdekten komutan yetiştiren askeri okullarının kapatılması, kışlaların şehir dışına çıkartılması, askeri hastanelerin ve gayrimenkullerin devri vardı.
TSK İç Hizmetler kanununda yapılan değişikliklerle sanki “Tanrı” ile “Allah” başkaymış gibi yemin değiştirildi, TSK Din Hizmetleri Başkanlığı Kuruldu ve son olarak da 1924’te kurulan Heybeliada Senatoryumu Diyanet’e devredildi. Cumhurbaşkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı ve TSK’nin ortaklaşa hazırladıkları 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlaması videosunda Atatürk’ün yok sayılması, yerine dini temaların öne çıkartılması TSK’nin yapısının nasıl değiştirildiğini ve dinselleştirildiğini gösteren bariz emarelerdir.
Şimdi hemen alt başlıkta vereceğim somut örneklere özellikle de İslamcıların “TSK’ye dini eğitim verilmesinin ne sakıncası olabilir ki?” şeklinde yüzeysel bir bakış açısıyla itiraz edeceklerinin farkındayım.
Makul ve mantıklı olduğu sürece itirazları anlaşılabilir fakat gerçeklerin, yalancılar için rahatsızlık verdiğinin de farkındayım.
Atatürkçüler öldü, nurcular ileri…
Detaylara geçmeden evvel Bill Clinton’ın “Amerikan kontrolünde bir halife İslam dünyasını yönetmek bizim için en masrafsız yoldur” sözü ile Türkiye’de ABD elçiliği görevinde bulunan, ABD ordusuna bağlı National Security Concil ile CIA’ya uzun yıllar danışmanlık yapan ve “21. Yüzyıla Doğru Türkiye” adında bir de kitabı bulunan Paul Hanze’nin “Atatürkçülük öldü, nurcular ileri” sözünü hatırlatarak devam edelim. Çünkü TSK’nin tüm iç dinamiklerinin değiştirilmesi fikri, Bozdağ’ın 2012’de yaptığı açıklamadan çok daha önce AKP’nin bekleyen planları arasındaydı.
AKP’nin iktidar olduğu 2002’den yaklaşık bir yıl sonra yapılan 29 Kasım 2003’teki MGK toplantısı aynı zamanda onlar için de zorlu bir sınavdı.
Çünkü iktidar olarak ilk defa MGK toplantısına katılacaklardı. İşte o toplantıya katılan fakat Amerikan gizli belgelerinde adı sır gibi saklanan bir askeri yetkili, toplantıda konuşulan tüm konuları ABD’li diplomatlara aktarmakla kalmıyor AKP’nin, değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek olan anayasanın ilk dört maddesini değiştirmeye kalkışacağını ve Türk subaylarını da İslamcı bir şekle dönüştürmeye çalışacağına dair hassas bilgileri paylaşıyor.
Bir yıl sonra yani 2004’te Lüksemburg’ta yapılan AB Katılım Müzakeresinde de Türkiye hakkında yayınlanan “İlerleme, Öneriler, Etkiler” başlıklı üç rapor, dönemin başbakanı R. Tayyip Erdoğan’ın önüne konuluyor.
Bu raporlarda konumuz itibariyle bizi ilgilendiren madde TSK hakkındaki maddedir. O raporda “Türk Silahlı Kuvvetlerinin sivil yönetime devredilmesinde ısrar edilecektir.” deniliyor.
Konu biraz daha somutlaştığına göre TSK’nin AB / D’nin istediği gibi şekillendirildiğini söylemek hiçte yanlış olmayacaktır. Askeri vesayetin var olduğunu varsayalım, peki Türkiye bu vesayetten kurtulduğunda demokratikleşecek mi?
Askeri vesayetin yerine siyasi parti vesayeti mi?
Şimdilik Genelkurmay Başkanlığı ile Milli Savunma Bakanlığı olarak eş güdümlü çalışan bu iki yapının zamanla birbiri içinde erimesi kaçınılmaz olacaktır. Belki de TSK İç Hizmetler Kanununun değiştirilmesinde ve tadilat yapılmasındaki amaç da budur.
Çünkü TSK’de yerleşik “rütbe” esaslı bakış açısının “makam” esaslı bakış açısına evirilmeye başlaması bu ve benzer soruları aklımıza getirmektedir. Hangisinin, hangisi içinde eriyeceğini anlamak için 2018’de yapılan cumhurbaşkanlığı referandumundan sonraki duruma bakmak yeterli olacaktır.
Kronolojik bir sıralamayı takip ettiğinizde, daha ilk KHK ile bakanlar Kurulu yetkisinin cumhurbaşkanına devredildiği görülecektir. Resmi Gazetede yayınlanan 477 Sayılı KHK’de ayrıca bazı kanunlarda yer alan İcra vekilleri, icra vekilleri heyeti, Bakanlar Kurulu ve Başbakanlık gibi ibareler “Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanlığınca” şeklinde değiştirildi.
Genelkurmay Başkanlığının Milli Savunma Bakanlığı’na, Savunma ve Sanayi Müsteşarlığının Savunma Sanayii Başkanlığı’na dönüştürülmesi ile cumhurbaşkanının yardımcılarının, Maliye ve Eğitim bakanının askeri şura üyelerine dâhil edildiğine dair çıkartılan KHK’ler, AB raporunda ifade edildiği üzere TSK’nin sivilleştirilmesine yönelik çalışmalar olduğu düşünülebilir.
Türkiye, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemindeki hem cumhurbaşkanı kararnameleri hem de OHAL’den kalma KHK’lerle idare ediliyor.
Ancak tıpkı Genelkurmay ile Milli savunma Bakanlığı’nda olduğu gibi birinden vazgeçilmesi, iptal edilmesi kaçınılmaz olacaktır.
Bu durumda, KHK’lerin yerini Cumhurbaşkanı kararnamesinin alıp almayacağı sorusuna yanıt bulmamız gerekmektedir.
Teknik olarak benzerlik taşısa da önceden Cumhurbaşkanı başkanlığındaki Bakanlar Kurulunun tarafından olağanüstü haller durumunda çıkartılan KHK’ler, yeni sistemde ise Cumhurbaşkanı, hem normal hem de olağanüstü hal dönemlerinde kararnamesi çıkarma yetkisine tek başına sahiptir.
Üstelik CB kararnamesi kanun hükmünde olmadığı gibi meclis onayına sunmaksızın çıkartılabilecek. İç dinamikleri değiştirilen TSK’de imam kadroları açarak ve bu kadroları da sivil kaynaklardan karşılayacaklarına göre bir yandan Fethullah çetesinden boşaltılmaya çalışırken diğer yandan tarikatlara istihdam mı yaratılıyor?
Sorusunu akla getirmekle birlikte kuvvet ayrılıkları ortadan kaldırılan Türkiye’nin askeri vesayetten kurtulacağına ve demokratikleşeceğine dair söylemlerin inandırıcılığı da şüphelidir.
Gelinen noktada askeri vesayet ile itham edilen TSK, Atatürk’ün vasiyeti olarak bıraktığı Cumhuriyet arasında sıkışıp kalırken, Türkiye yalnız TSK değil tüm kurumlarıyla AB / D’nin istediği gibi dinselleştirilerek şekillendirilmektedir.