Aradan bir asırdan fazla süre geçmiş. Bu süreçte insanlık tarihinin gördüğü en büyük değişimler yaşandı. İki büyük dünya savaşı, süper güçler geldi geçti. Bilim ve teknoloji hayal gücünü zorlayacak kadar ilerledi. İnsanı sınırlayan zaman ve mesafe hiçbir zaman bu kadar çabuk aşılır hale gelmemişti. Bunca değişime rağmen neden yüzyıl önce Cumhuriyetimizin kurucusunun bağımsızlık mücadelesine adım attığı günü kutlamaya devam ediyoruz?
Kimisi bunu Cumhuriyet fikrinin canlılığına bağlayabilir. Pandemiye karşı devletin yeniden hatırlanan rolünü bile cumhuriyetçiliğe dayandıranlar bulunabilir. Yahut da cumhuriyetin halen çağdaş, yenilikçi bir proje olarak özellikle bizim gibi doğu toplumlarının tek kurtuluşu olarak görenler de vardır, bunun tam karşısında olanlar da.
Fakat tüm tartışmaların üzerinde duran gerçeklik şudur: 19 Mayıs günü Samsun’a ayak basan bağımsızlık mücadelesinin önderi ve Cumhuriyetimizin kurucusu üstüne düşen görevi hakkıyla yerine getirmiştir. İdeolojisi, politikaları, taktik ve stratejileri, inanç ve değerleri, ilişkileri, ne yediği-içtiği, ne giydiği vs hakkında her şeyi kendi meşrebimize göre tartışabiliriz ama onun tarihsel ve toplumsal anlamda üzerine aldığı sorumluluğu yerine getirip getirmediğini tartışamayız. Mustafa Kemal bir ulusun kurtarıcı ve kurucusu olarak vazifesini yapmıştır. On yıllık bir süre içinde kendiden önceki asrın ulusal deneyim, birikim ve programını radikal biçimde uygulayarak, bizzat kendi belirlediği hedef ve plan dahilinde başarıya ulaştırmıştır.
Atatürk öncelikle işini düzgün yapmış bir adamdır. Herhalde bugünün ulusalcılarından en büyük farkı da budur. Yakın geçmişin ulusalcıları ile bugünküler arasındaki fark da aynı değil mi? Örneğin belagat sanatının iyi bir ustası olan Yılmaz Özdil ile Uğur Mumcu’yu yan yana koyduğumuzda gazetecilik farkını görebiliyoruz, değil mi?
Aydınlanma, çağdaşlık ve bağımsız ulus devlet fikrinin temsilcileri 1990’lara kadar “Kemalist” olarak tanımlanırlardı. Bu tarihten itibaren özellikle Sovyetler Birliğinin çöküşüyle başlayan “globalizm” propagandasına karşı ulus devleti koruma refleksi öne çıktığı için “ulusalcılık” ismi benimsendi. Seksenlere kadar bu çizgideki aydın, yazar, hocalarımıza baktığımızda hepsinin kendi alanlarında kendi işini en iyi bilen ve yapanlar olduğu fark ediliyor. Tiyatrodan bilime, eğitimden diplomasiye Cumhuriyetin ilk elli yılına damga vurmuş ulusalcıların ortak özelliği kendi alanlarında öncü olmalarıydı. Çünkü Cumhuriyetçilik salt bir yaşam biçimi değil bizzat toplumsal ilerlemenin kendisiydi.
28 Şubatın rüzgarıyla ortaya çıkmış, Cumhuriyet mitingleriyle şahlanmış, Ergenekon davalarında şaşkına düşmüş ve Silivri Süreciyle “günahlarından” arınmış ulusalcılığın başındaki kişilere baktığımızda ise içler acısı bir tabloyla karşılaşıyoruz.
“Neden temsil ettiği siyaseti, örgütü ya da partiyi bir adım öteye taşıyan bir ulusalcı yok” sorusuna cevap Metin Feyzioğlu örneğinde yatıyor. Feyzioğlu’nun ulusalcı bir hukuk insanı olarak ortaya çıkışına ve geldiği noktaya bakmamız yeterli. Türkiye’de hukuku cesaretle savunacak tam bir ulusalcı profille ve büyük destekle ortaya çıkan Feyzioğlu’nun bu süre içinde elle tutulur başardığı hiçbir şey yok. Erdoğan muhalifliği de bir yere kadar sürdü. Bırakalım hukuku sadece şu Ankara Barosu olayı bile başında bulunduğu kurumu nasıl savunamaz hale getirdiğinin kanıtı.
Cumhuriyet mitinglerinde fırtınalar estiren Tuncay Özkan artık zengin bir milletvekili sadece. Ne partisinde ne de Türkiye siyasetinde başardığı bir iş yok. En büyük başarıları her seçimde takipçilerini barajı aşacakları yalanına inandırmaktan ibaret olan ulusalcılığa “soldan” yamanmış diğerlerinin durumu ise daha yüz kızartıcı. Sonuçta ulusalcı cephede işini doğru düzgün yapan kimse göze çarpmıyor.
Ulusalcıların hiçbir zaman cephe biçiminde hareket edebilecek ideolojik ortaklıkları olduğu söylenemez. 28 Şubat döneminde rahmetli Attila İlhan kendince ulusalcılığı formüle etmeye niyetlenmişti. Fakat uğraştıkça sosyalist-Kemalist, milliyetçi, Galiyevci falan derken kafaları daha çok karıştırdı. Şimdi Tümamiral Cihat Yaycı olayında bile ulusalcı duruşu olduğunu iddia edebilecek kişi ve çevrelerde bir anlayış birliğinden söz edemiyoruz.
Nihayetinde ulusalcılıktan geriye ulus devletin savunulmasından başka bir şey kalmadı. Ulusalcılar ise pratikte kendilerini istihdam etmekten öteye gidemiyorlar. Artık kimse onlara inanmadığı için halktan tamamen koptular. Bazıları batı karşıtlığından Rus muhipliğine terfi etti. Fakat Rus jeopolitiği -Suriye’den Libya’ya, Kafkasya’dan Ukrayna’ya- batıdan daha yakın tehdit olarak Türkiye’nin önünde duruyor. İç politikadaki konumlarını ise bir zamanlar liberallerin iktidarla ilişkisine benzetmek mümkün.
Globalizmin ve neoliberalizmin bir türlü kendi düzenini kuramadığı, pandemiyle devletlerin rollerinin güçlendiği bir dönemde olmasına rağmen ulusalcılık bitti bitiyor. Bunun en büyük sorumlusu da işini düzgün yapmayan ulusalcılar.