Sayın okuyucu;
Bu hafta, yazma tarzımın dışına çıkıp – ki ben çalakalem yazarım- fazla ilmi ve kitabi sözler kullanacağım, bu uzun yazının belli yerlerinde. Küstahlığıma verip günahımı alma diye önden belirteyim. Sebebi; ne kadar çok bildiğimin pazarını oluşturmak değil, ideoloji kavramının ağırlığıdır, bilesin.
“Siyasal veya toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükûmetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dinî, moral, estetik düşünceler bütünü…”tanımını, cümlenin öncesindeki iki noktanın önündeki “ideoloji” ismi için yapmış TDK. Tanım üzerinden yürüdüğümüzde ideolojinin çok parçalı ve ne denli kapsamlı bir şey olduğunu da görüyoruz. Öyle ki bir ideolojiye mensubiyetini bildiren bir kişinin, kişisel davranışlarından toplumsal ilişkilerine, retoriğinden dinî yorumlarına kadar bağlayıcılığı olan bir hal ve kâl düzenleyicisidir bahsettiğimiz.
Hakikatini fikir düzleminde yazı üzerinden takip ettiğimiz ideolojinin pratiğe geçmesi yani gerçekliğe kavuşabilmesi için kağıt üzerindekini hayata geçiren, ilkeleri özel ve sosyal hayatında yaşayan takipçilere/ az yada çok bir topluluğa ihtiyacı vardır. Daha kestirme bir söyleyişle işaret ve serçe parmağınızı dikip, diğer üçünü aşağıda birleştirince bir ideolojiye mensup olmuyorsunuz anlayacağınız.
Tanımından azade, okuduklarımdan edindiğim bilgi üzerinden ideolojiyi; siyasal, kültürel (moral, estetik, vd.), felsefi ve ekonomik ayaklar üzerine oturmuş bir sac olarak düşünmüşümdür hep. Din ve töre ile bunların var ettiği ahlakın ilhamı ile var edilmiş bir felsefenin ilkelerinin oluşturduğu estetik (sanat), ekonomi, politika ve yaşayış nizamı yani. Birinin diğerinden aşağı olmadığı, birinin diğerine feda edilemeyeceği bu ayaklardan birini son sıraya koyacaksın illa derseniz, ıkına-sıkına da olsa son sıraya politikayı koyuveririm. Zira politika diğerlerinin varlığının gücüne bağlı olarak var olabilendir. Nitekim Türk milliyetçiliğinin siyasal düzlemde temsil edilmesi meselesi, milliyetçiler arasında uzun yıllar süren bir tartışma meselesi olmuş, Başbuğ Alparslan Türkeş ile H. Nihal Atsız bu mevzuda karşı karşıya gelmişlerdir. Ateşi bir hayli düşmüşse de bu gün bile tartışılan bir meseledir bu.
Türk Milliyetçileri 1997 yılına kadar bu bütünün parçalarının temsili ile ilgili çok fazla kafa yormamışlardır. Zira ideolojinin lideri hayattadır ve her alanda gerek şahsi gayretleriyle gerekse yönlendirmeleriyle muhtemel eksikleri / boşlukları doldurmaktadır. Aşırı sol fraksiyonların ihanetine karşı direnişin çetinliği ve peşi sıra gelen ihtilal balyozu da kağıt üzerindeki mükemmelliğin pratikteki aksaklıklarının gözden kaçırılmasının yada göz ardı edilmesinin diğer bir sebebidir. Bunlar ideolojinin bütüncül bir hayat nizamı olarak var olmasına ket vurmuş ve sempatizanı ve militanı bulunsa da tam olarak ideolojiye iman etmiş (iman kelimesi dinî anlamda kullanılmamıştır) bir cemaatin varlığını mümkün kılmamıştır. Ülkücü hareketin geçirgenliğinin (geleni kolay kabul ve başka yerlere kolay gidiş) temel sebeplerinden biri de budur. Yine de hareket içindeki farklı grupların bir insicam içerisinde duruyor görünmesi liderin karizması ve taraftarlarına verdiği güven sayesinde sağlanmış, BBP hareketine kadar ve ondan sonra da içerideki kırık kol, liderin yen yamalama ustalığı sayesinde dışarıdan çok fazla görünmemiştir. Liderin ölümü ile halı altına süpürülen zibil ortaya saçılmış ve deyim yerindeyse Pandoranın Kutusu açılmıştır. Geleneğin bir süre idare ettiği sorun bir müddet sonra iyiden iyiye ortaya çıkmış, liderin vefatı ile birlikte ileriki yıllarda önemli bir tartışma konusu olacak olan ideolojinin hakimi/ lideri siyasi ayağı temsil makamındaki kişi midir? Parti başkanı aynı zamanda ideolojinin de lideri midir, sorunu ile Türk Milliyetçileri karşı karşıya kalmışlardır. Öyle ya Muhsin Yazıcıoğlu’nun güçlü Ocak Başkanı imajına, Yılma Durak’ın hareket içinde Alparslan Türkeş dışında “Başbuğ” ünvanına sahip tek kişi olmasına, diğer STKların güçlü temsilcilerine rağmen lider kavramı hep Başbuğ Türkeş ile birlikte anılmıştır.
Başbuğun ani vefatı ile birlikte meydana gelen boşluğun, hareketin dinamiklerini olumsuz etkilememesi ve O’ndan sonra en büyük ülkücü imaj olarak kabul edilen ve farklı bir partinin başında siyaset yapan Muhsin Yazıcıoğlu’na doğru yönlenme ihtimalinin ortadan kaldırılması için apar topar yapılan kongreye -mumdan ışık almamış evladın şımarıklığı sebebiyle-illegalitenin damga vurması, şımarık mirasyedi dışındaki bütün gruplarda süreci idare edecek bir “ağabey” nosyonunun gerekliliği konusunda fikir birliğini sağlamıştır. Aslında istenilen bir liderden çok, her gruba eşit uzaklıkta, toplayıcı özelliği olan birinin hali idare etmesidir.
Türkeş gibi iktidar olmayan ama muktedir olan partisi ülkücülere kazançlar sağlayan, şahsının Türk toplumu üzerindeki ağırlığının getirdiği saygınlık ve gazabından muhaliflerinin dahi çekindiği bir liderden sonra, doğrusu o makamda oturmak hiç kimse için kolay olmazdı. Bununla birlikte kazançların kayba dönüşmesi, toplum üzerindeki tesirin azalması, halim-selim bir genel başkan tipinin muhalifleri cesaretlendirici tavırlarına bir de toparlayıcı olması beklenenin, aksine kendisine biat etmeyen kişi ve grupları hareketin her alanından uzaklaştırıcı yaklaşımı; Erciyes Kurultayı, Türk Dünyası Kurultayı gibi sembol günleri iptal etmesi; hareketin doktrininden (9 IŞIK) uzaklaşılması; Türkeş ile ilgili tek faaliyetin 4 Nisan’dan 4 Nisan’a kabrinin üzerindeki toprağa, kalabalık bir heyetle, bir testi su dökmekten ileriye gitmemesi; bir dönem Türk Milliyetçilerinin kadim düşmanlarından Ecevit ve hempalarının, sonraki dönemde de kindar ve dindar (!) arkadaşların iktidarını sağlamak için ideolojinin her türlü değerinin ayaklar altına alınarak destek olunması; ağabeyin dışarıya karşı gösterdiği mülayim tavra orantısız bir şekilde içeriye sertleşmesi; çok iyi biat etmek dışında –ki siz buna yalakalık da diyebilirsiniz- hiçbir yeteneği olmayan iş bilmez tayfasını başa getirerek kurumları kadük hale getirirken, ön plana çıkan her ismi oyunun dışına çıkarmasının yanı sıra başarısızlığı arttıkça partinin değil ideolojinin lideri olma hevesine karşı koyulan kesin tavır bugün yaşadığımız sorunun kaynağı ve sebebidir.
Oysa başkan ve arkadaşları her fikrin tek lideri olduğu, liderin bedenen değilse de fikren ve taraftarları üzerindeki tesirleri dolayısıyla ideolojinin var ettiği inanış örgüsü içinde ölümsüz olduğu; kendilerinin ideolojiye bağlı kurumların mevcut zamandaki yönetim kademelerinde bulundurularak zaten yeterince şereflendirildiklerini düşünebilseler ve her halükarda ideolojiye ve ideolojinin mensuplarına sahip çıksalardı bugün ne hareketin mensupları ne de kendileri bu çirkin durumun içinde olacaklardı.
Günümüz politikasının çirkin tezahürlerinden dolayı bu alana uzak kalmaya çalışan biri olarak bu durumun bundan sonra yaşanacaklar için ibret olmasından başka bir dileğimiz olamaz elbette.
Bu yazıyı sonuna kadar okuma sabrı gösteren kıymetli okuyucu, çok oluyorum farkındayım ama bir istirhamım var sizden: Biriniz şu kavga eden abilere: “Ülkücülere lider değil, bir partiye başkan seçiyorsunuz. Zira bu davanın ilk ve son lideri Alparslan Türkeş’tir. Teni ölse de canı, fikirleri ile hayattadır, hayatımızdadır. Her devrin adamları, her kapının kulları, her adayın cengaverleri(!) bilsin ki: "Biz Türkeş’ten başka bir lider eli öpmedik, öpmemiz de mümkün değildir" cancağızım. Hadi selametle, varın gidin yolunuza” desin lütfen.