Prof. Dr. Kemal Üçüncü Türk Milliyetçiliği’nin durumu ve geleceği konusunda yazdığı makalede, son dönemlerde yaşanan sıkıntı ve gelişmelere dikkat çekti. Türk Milliyetçilerinin içinde bulunduğu durumu ifade eden “Reis, Ziya Gökalp, Hüseyin Nihal Atsız bu kadar güzel abiler de Ocağa niçin hiç gelmiyorlar?” esprisinin bilimsel karşılığını bulduğu bu yazıyı okurlarımıza sunuyoruz.
“Türkiye maalesef soğuk savaş sonrasında bir büyük stratejik konsept içerisinde [grand staregy] yeni siyasi ve askeri, stratejik askeri gerekliliklere uygun stratejik bilgi, proje ve akıl üretemedi. İhtiyaçlarımızı karşılayan ciddi bir güvenlik mimarisi inşa edilemedi. Bunu üretecek enstitü ve akademiler ülkemizde zaten yoktur, kurulmadı, hariciyeciler ve askerilerin el yordamı ve iyi niyetle yaptıklarına strateji denir. Siyasi partiler bundan farklı değildir. Ahbap çavuş ilişkisi ile işler görülür. Büyük ülkelerde ciddi akademiler yüzyıllardır ülke ihtiyaçlarına uygun operasyonel bilgi üretirler. Onun için büyüktürler. Bizde mahfel dedikodusudur, bürokratlar çay içerken kararlaştırırlar.
Feridun Sinirlioğlu Bey Türk Dışişlerini dünya sıralamasında ilk dörde koymuş, "ilginç bir mizah türü". Türk nüfuz alanına ve kültür coğrafyasına baktığımızda istisnasız bütün coğrafyalarda İran'ın bizden daha etkin ve aktif olduğunu görürsünüz. Bunu bir gerçeği tespit ve uyarı maksadıyla yazıyorum, yakinen biliyoruz, Türkolog arkadaşlarım da bilirler. Hermitage Müzesindeki çalışmalarım münasebeti ile ziyaretime gelen Rus diplomatın konulara hakimiyetini keşke Sinirlioğlu görmüş olsaydı, hangi büyük Türkologlardan ders aldığını, donanımını görebilmeliydi, çok arzu ederdim. Bakanlığın kültürel diplomasisi çok zayıf. Tiflis'de oturup Borçalı'yı bilmeyen ekiplerle mesafe alınamaz. [bunlar vaktiyle bizzat yaşandı]. Aynı yerde İran sizin soydaşlarınıza mezhep üzerinden "Muharrem etkinlikleri" düzenliyor ve sizi devre dışı bırakıyor. Sizin bol bütçeli kurumlarınız uyuyor, her yerde uyuyor, kuru erik, kaysı, çay ile dünyanın gelip geçiciliği üzerine "söhbet aparıyor". Feridun Bey'i sinirlendirelim biraz, akademisiz, stratejik enstitüleriniz olmadan bu dehlizlerde kaybolursunuz. "Sadece İngilizce bilen ekipler" Türk kültürünün envanterini, iltisaklarını, derinliğini ve 12 milyon kilometrekaredeki durumunu bilmezler. Bizdeki stratejik analizler "temel sosyal bilimlerin verilerine değil", internet ve gazete istatistik ve haberlerine dayalı "dedim dediye" dayanır, (papatya falı gibi) o yüzden isabetli değildir.
TÜRKOLOJİ PERSPEKTİFİ OLMAYAN BİR DIŞ POLİTİKA TÜRKİYE'NİN KÜLTÜR COĞRAFYASINDA ETKİN OLAMAZ
Gidiniz, Rus Şarkiyat Enstitüsünü, stratejik ve askeri akademilerinin işleyişlerini görünüz, keza ABD. Tığ-ı teber, şah-ı merdan bu devasa kadrolarla mücadele edemeyiz. Keşke merak edip sorsalar bilen arkadaşlarımıza sorsalar. O da yok. Ben bilmem ama sormam da. Oysa ki çağımız her türlü bilgi üretiminin teşvik edilip baş tacı edildiği bir dünya, kültürel sermayenin niteliği çok önemli. Biz "gıy gıy kemençesi" ile hep aynı gaydeyi dinliyoruz aziz hemşehrim Sinirlioğlu. Bilirsin kemençenin kötüsü hiç çekilmez, öldürür adamı, Kâtip Şadi gibi çalmanız lazım.
Türkoloji perspektifi olmayan bir dış politika Türkiye'nin kültür coğrafyasında etkin olamaz. Bunu günümüze kadar siyasi liderler devlet başkanları içerisinde sadece Atatürk biliyordu. Demirel önemini kavramıştı. Soğuk Savaş döneminde Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsünün ürettiği literatür ve bilgi ne kadar ciddi ve önemliydi. SSCB'nin karşı blok olarak bu yayınları düzenli olarak takip ettiğini biliyoruz. Akademik ve operasyonel bilgi üreten kurumlar kişiler ve müesseselere şaşı bakılıyor. Şimdi müesses nizam el yordamıyla yürüyor.
Durum tam da Mehmet Ağar'ın komisyondaki açıklamaları gibidir. "Sol örgütler sandığımızın aksine zararsız insanlardı" diyor Ağar. Sol denince herkesi bir sepete doldurup yaftalamanın gülünçlüğü ortadadır. Türkiye'nin sağ ve sol şiddete bulaşmamış güzel insanları maalesef kurban edilmişlerdir. Velakin siyasi amaçlarla şiddete yönelmiş "örgütlerin yayınlanmış eylem günceleri var, faşist polis ve askeri, MHP'lileri nasıl cezalandırdıklarını anlatıyorlar". Sapla samanı bu çağda ayırt edebilmemiz lazım. Tabi ki bu meseleler bilimsel araştırmalar ve analizlerle yapılmadığı için "Kağapçıda" meslektaşlarla sohbette sağlanan mutabakat güvenlik politikası oluyor. Ağar benzeri üst komutanlar da oldu, medya açıklamalarından, yazılarından, yorumlarından, çeşitli toplantılar vesilesi ile karşılaştığımızda bilgisizliğin dipsizliği ve karanlığı karşısında dehşete kapılmışızdır. Zaten tablo ortadadır. İşler sadece "kahramanların mücadelesi" ile yürüyor.
TÜRK MİLLİ MEFKÛRESİ VE SİYASAL TEMSİL
Türk milliyetçiliğinin ilk partisinin kuruluş tarihi 1969 değil [ITC=İttihat ve Terakki Cemiyeti]1889 'dur. Türk milliyetçilerinin kurduğu ilke demokratik Cumhuriyet, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti (1918)'dir. Türk milliyetçiliği bu anlamda yerel ve Türkiye'ye özgü bir mefkûre değildir. Tarihte, Müsavat Partisi de (1911), Alaş Partisi de (1912) Türk milliyetçiliği ekseninde partiler olarak kurulmuşlardır. Türkiye'de en eski ve köklü siyasi ve felsefi düşüncelerden biri milliyetçiliktir. En köklü kültür dergilerinden biri Türk yurdu dergisidir, bir okuldur. Yani Türk milliyetçiliği partili tarihinin 127. yılındayız. CHP'nin belli bir dönemi bu silsileye dahildir. Bu silsilede nazari ve ameli çalışmaları ile katkı sunan kudemayı saygıyla anıyorum. Saygıyla anmam, tarihe gömülerek, kayıp olmam ve hayali bir altın çağda yaşamama müsaade etmez. Mili hafızayı ısrarla [1969-2016 ] parantezine hapseden soğuk savaş nizamı ve milliyetçilik anlayışı artık aşılmalıdır, cemiyette bir karşılığı kalmamıştır. Milliyetçilik yüzyılın başındaki mefkûreci, demokratik, entelektüel, milletle bütünleşmiş bir hareket olma vasfına odaklanmalıdır. Perspektifi bütün Türk kültür havzası ve insanlık âlemi olmalıdır.
O yüzden 127 yıllık partili tarihi olan bir mefkûrenin kendini ve mensuplarını tahkir ederek "sade suya tirit" gündem ve üslupla siyaset yapması bilenler için acı vericidir. Bilmeyenler yer kuymağı yapar kurt işareti "üç kulhuvallahu bir elham güle güle".
BU DİLLE MİLLİYETÇİLİK YAPILAMAZ, ŞADIRVAN SOHBETİ YAPILIR
Bu kurtlar vadisi üslubu, sinyalci, imacı, güya derin sırlara vakıf hezeyankâr yer yer kolpacı, avam dili merdiven altı sözüm ona tasavvuf motifleri [asla içerik ve anlam dünyasından bihaber/ ayağıma diken battı gördün mü? türünden] dil Türk milliyetçiliğinin çeşitli katmanlarına musallat oldu. Bu dille milliyetçilik yapılamaz. Şadırvan sohbeti yapılır.
Müesses nizamda Türk milli mefkûresine verecek akıl ve perspektif yoktur, herkes işine baksın!
Türkeş Bey günde beş on kişinin şehit olduğu terör ortamında o sert tartışma ortamında bile bir sefer "don lastiği" sözlere, üsluba yer vermedi. Koca MHP Genel Sekreterliği üslubuna bakar mısınız? Selin Sayek'in söylemini berhava etmek, onu mahcup etmek o kadar zor değildir ki. Kaldı ki kem söz sahibine aittir.
MHP'nin Başkanlık sürecine göz kırpması, gündeme getirmesi "her anlamda bilimsel ve etik olarak mahzurludur". Türk siyasi tarihi, müktesebatına uymaz. Sendikaların ve sivil toplumun [OECD'nin son sırasında] olduğu bir ülkedeyiz.
Demokratik kültür ve hukuk devleti anlayışı berhava edilmiş, oluşmamış. Sorun buradadır. "Kimsesi olmayanların kimsesi Cumhuriyeti" kuramamışsınız. Böyle bir tabloda Başkanlık doğrudan Monarşiye gider. Ergenekon ve FETÖ meselesinde onca yazdık kızıldı, ülkemize doğru istikameti göstermek zorundayız. Bu zorlama kimsenin hayrına değildir. Türkiye'nin yaşadığı kriz hemen yasa veya anayasa değişikliği ile biçimsel tedbirlerle aşılabilecek bir mesele değildir. Muhtevasızlık ve niteliksizlik, kültürel ve eğitimle ilgili birikimsizlik sorunudur. Hukuk devletini derinleştirmek en öncelikle meseledir. Rejimi ve hukuku uygulayacak, yürütecek olan insanlardır. Konu bu kadar basit olsaydı, kes kopyala yapıştır, bir gecede Afganistan İsviçre olurdu. Bu anlamda krizi aşıyoruz tezinin gerçekliği yoktur. Etik olarak mahzurludur zira kamuoyuna deklare ettiği kendini bağlayan bir milli beyanat var, mefkûre hareketlerinde doğrultu tutarlılığı önemlidir. Bu destek PKK ve FETÖ / dinci terörden sıyrılmanın yolu olarak da gösterilemez. Terörle mücadeleye sonuna kadar destek verilirken "ki verilmelidir/önce vatan" eksiklikleri ve hataları görmezden gelemezsiniz, mesela GATA, mesela Harp Akademileri mesela Lozan, mesela milli eğilimli akademisyenlere rektörlük atamasında uygulanan ambargo, Ege'deki, Kıbrıs' daki durumlar, bunları ikaz etmemenin gerekçesi ne olabilir? FETÖ/PYD' den boşalan üst kadrolara yapılan atama profillerine dikkat çekmemek bütün bunlar millî bekâ ile ilgili önemli eksiklerdir.
Din motivasyonlu tedhiş ve asayişsizlik hareketleri Türk tarihinin İslami dönemlerinde Selçuklu'dan itibaren hep olagelmiştir, dünkü mesele değildir. Bu dinamiği okuyabilen uzmanlara sormak gerekmez mi?
SİYASAL HAREKETLERDE MUHALEFET FİTNE DEĞİLDİR
Bu anlamda MHP muhalefetinin demokratik taleplerini barış, kardeşlik ve hoşgörü içerisinde demokratik yaşamın bir rengi ve zenginliği olarak değerlendirmek gerekir. Siyasal hareketlerde muhalefet fitne değildir, bu terminolojiyi burada kullanmak son derece tehlikelidir. "Bir yerde herkes birbirine benziyorsa; orada kimse yok demektir (Foucault). Bu ülkemizin siyasi hayatının tamamı için geçerli. Herkes kendi melodisine meftun, çok sesliliğin ahengi kurulamamış [aranmıyor da]". Hüner ve erdem burada oysa ki. Eleştiri ve katkılardan yararlanmak gerekir. Muhalefeti olmayan, eleştirelliğini kaybetmiş fikir hareketleri ve yapılar donmaya mahkumdurlar. Meral Akşener'i at, Ümit Özdağ'ı at, Sinan Oğan'ı at, sonra tekrar al, bir daha at, bunun sonu yok. Atarken ajan deniliyor, insanlar inanıyor, tekrar geri alıyorsunuz ajanlık ne oluyor o zaman. Bunlar gülünç şeyler. Kimseye bir şey kazandırmaz toptan seviyeyi aşağıya çeker.
Bütün bu girift ve paradokslarla dolu tablo bilimsel ve sağduyulu bir yaklaşımı, dinlemeyi birlikte çözüm aramayı gerekli kılıyor. Zira herkes aynı gemide.
Başkanlık konusunda en güzeli Deniz Baykal'ın Başkanlık açıklamasıdır. "İstemiyorum, karşıyım ama ya olursa!, demokrat cephe adaysız mı kalsın yani". "Maksat köylü armutsuz kalmasın". Adnan Hocanın Mehdiyi tarifi gibi "uzun boylu, geniş omuzlu ama ben değilim", deli değilsiniz ya anlayın artık. Ola ki bir mutabakat çıkar, Meclis Başkanlığında olduğu gibi ben en önceden rezerve olayım. Güveç, yeşil suvannn taktiği, yenmez mi?
Siyasi partilerin fiilen zapt u rapt ve lider sultası ile işletildiği bir Parlamenter sistem böyleyse ötesini siz tasavvur ediniz.
GENÇLİĞİN SESİ:
Genç bir okurum Semi Hü Polat'ın ifadeleriyle: "19. yy ortalarına ve sonlarına bakın, o dönemin milliyetçileri bu dönemin milliyetçilerine benziyor mu? Bekir Sıtkı Bey, Hüseyin Cavid Bey, Ayaz İshaki Bey, Namık Kemal Bey, Şemsettin Sami Bey, Ahmet Vefik Paşa vb. ile bu yüz yılın sanal ve dürümcü dağvacıları bir mi? Hüseyinzade Ali Beğ Hem ressam hem müzisyen, hem yazar hem şair hem Tıp doktoru ve büyük entelektüel".
Bu tespite cevap verebilmek lazım.
AH AKADEMİYA!
YÖK Başkanı Yekta Saraç Bey, Nuran Çakmakçı Hanıma 2014 yılında yaptığı açıklamada üniversitelerin "toplumsal meselelerle ilgili konuşmada isteksiz olduğunu belirtmişti. [i]Sanırım hocamızın bu kaygısı uzun süre daha devam edecek.
"AĞADEMÜK TABLO!"
Akademi her şeyden önce ontolojik olarak bir etik dizge üzerinde anlam kazanır. Bilgi küpü, ilim işçisi, dar ihtisasına meftun kitle insanları olmamalılar. Ortega Y. Gasset'i hatırladım, ne kadar önemli: "Üniversitelerde her türden bilim adamlarına dünya hakkında elde edilen bilgilerin anlamını kavratmadan bilgi deposu haline getirmek çözüm olamaz. Gasset'e göre mesela, fizik bilimiyle ilgili olarak onun doğurduğu hayati fikirler dünyasından, tarihin ve biyolojinin meydana getirdiği tasavvurdan, spekülatif felsefe sisteminden habersiz bir insan, eğitim görmüş bir insan değildir. Bundan dolayı ne itibarını kaybeder nede suçlanır. Ama bilimle uğraşıp, yıllarca eğitim alıp, bunun sonucunda dünya ve insanlık hakkında aşkın bir tasavvura sahip olamamış ise suçlamak gerekir. " [ii][Ortega Y. Gasset, Ünivrsitenin Misyonu]
Elyesse sarayında selfie yapan Nice'nin taşrasından çıkınıyla gelen rektörler ve profesörler var mı? diye düşündüm.
HUKUK VE ETİK ARASINDAKİ UÇURUM
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), bir tecavüz ve cinsel saldırı iddiasının üstüne gerektiği gibi gitmeyen Türkiye’yi “vatandaşına kötü muamele yapmak” ve “özel yaşam hakkını ihlal etmekten” suçlu buldu.
Bu karardaki sürece katkı sunan hukukçularımız demek ki "tecavüzü fiilen cinsel faaliyetin bit tamam icrası şeklinde algılıyor demek pek yazık". Oysa ki psikiyatri, psikoloji ve çağdaş hukukta tecavüz için illa da cinsel iktidar ve cinsel ilişki gerekmez. Zaten tecavüzcülerin önemli bir kısmı cinsel açıdan sorunludur. . . BU DA HUKUK GUGUK.
Hukukun ve hukuk adamlarının etik referansları esas olarak almadığı bir yerde adaletten ve hukukun üstünlüğünden söz açamayız. Hukuk ve adalet "hakkaniyeti" gözetmiyorsa konuşacak bir şey yoktur. Her şey prosedürlere uygun olduğunda durum hukuka uygundur velakin her zaman adil değildir, hakkaniyetli değildir. Hukukun niteliğini ve kalitesini isabeti ve hakkaniyetli olması belirler. Mesela İskandinav ülkelerinde hakim ve savcıları "usulsüz dinleme ve kişisel verileri ortalığa saçarak insanları küçük düşürme", hukuku katleden "karanlık senaryolar ve dalavereler" gibi konulardan AİHM'e şikayet etmiyorlar. Oysa bu konuda sonsuz yetkileri var. Bizde durum feci. Ayrıntılı olarak kanunlara yazmak yetmiyor, Nihat Genç üstadımızın tabiriyle oduncu gömleğine kravat takan kültürel düzeyle hukuk üretemezsiniz. "Hamdım, piştim, yandım" süreci işlemiyor.
Türkiye Barolar Birliğine ve değerli başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu'na teşekkür ediyorum çok önemli bir çalışmayı, raporu kamuoyunun dikkatine sundular. Şu an için Türkiye'nin tartışması gereken birinci öncelikli mesele hukuk müesesesinin fecaatidir. Ne yazık ki "manken dedikodusu" kadar ilgi görmedi. Siyasetin gündemine hiç giremedi. Oysa tartışılan gündeme ışık tutacak bir röntgen filmi var burada. Bütün sorunların çözümü son tahlilde "hukuk devleti" konusundaki eksikliklere dayanıyor bir şekilde. Tekrar hatırlatmakta fayda var:
"Hukukun üstünlüğünün geliştirilmesi amacıyla dünya çapında çalışmalar yürüten Dünya Adalet Projesi’nin (The World Justice Project - WJP) her yıl düzenli olarak yayınladığı Dünya Hukukun Üstünlüğü Küresel Endeksinde Türkiye, geçen yıla oranla inanılmaz bir düşüş gösterdi. Endekste, Çin, Tanzanya, Zambiya gibi ülkelerin gerisinde kalan Türkiye, 102 ülke içinde 80’inci sırada yer aldı.
Dünya Adalet Projesi tarafından 300’ün üzerinde yerel uzmanın katılımıyla dünya genelinde hazırlanan ve her yıl düzenli olarak yayınlanan Hukukun Üstünlüğü Endeksinde, yolsuzluğun yokluğu, düzen ve güvenlik, düzenleyici uygulama, hukuk yargılaması ve ceza yargılaması gibi çeşitli değerlendirme ölçütleri bulunuyor. 2014 yılına göre 21 sıra gerileyen Türkiye, Doğu Avrupa ve Merkezi Asya bölgesinde de 0, 46 puanla Özbekistan ile birlikte sonunculuğu paylaşıyor. Türkiye orta üst seviye gelir düzeyinde değerlendirilen 31 ülke arasında da 29’uncu oldu.
Endekste hiçbir kıstasta gelişme gösteremeyen ülkemizin hükümet güçleri üzerindeki sınırlandırmalar, açık hükümet ve temel haklar alanlarında gerileme eğiliminde olduğu belirtildi. Endekste karne notlarımız şöyle:
Türkiye, 102 ülke içerisinde;
Hükümet güçleri üzerindeki sınırlandırmalar konusunda 23 sıra gerileyerek 91’inci,
Yolsuzluğun yokluğu sıralamasında 14 sıra gerileyerek 49’uncu,
Açık hükümet sıralamasında 13 sıra gerileyerek 82’inci,
Temel haklar sıralamasında 18 sıra gerileyerek 96’ıncı,
Düzen ve güvenlik sıralamasında 1 sıra gerileyerek 68’inci,
Düzenleyici uygulama sıralamasında 8 sıra gerileyerek 46’ıncı,
Hukuk Yargılaması sıralamasında 16 sıra gerileyerek 63’üncü,
Ceza Yargılaması sıralamasında 14 sıra gerileyerek 76’ıncı oldu. "
Başka söze gerek var mı?
Bu anlamda İstanbul Barosu Seçimleri için adaylık açıklayan İstanbul Milliyetçi Avukatla Grubu Av. Ali Rıza Kaplan, Av. Kaptan Yılmaz ve arkadaşları savunma hakkı ve hukuk devleti, etkin bir baro yönetimi için son dereci değerli fikir ve projeler ürettiler. Kamuoyunun dikkatine sunuyorum:
"Devletin üç ana kuvvetinden biri olan yargının etkin, hızlı ve adil bir biçimde işlemesi, toplumun her ferdinin adalet ve güven duygusunu hissetmesi bakımından önemli olup, aynı zamanda gerçek bir demokrasinin ve toplumsal huzurun da ön şartıdır. Yargının bağımsızlığı, demokrasinin temeli olan kuvvetler aykırılığı ilkesinin var olma şartıdır. Yargı vesayet altına alınamaz, bağımsızlığına gölge dahi düşürülemez. Avukatlar, savunma hakkının temsilcisi ve mahkemelerin temel süjelerinden biri olarak; yargının işleyişinde, adaletin tevziinde ve dolayısıyla sağlıklı bir sosyal yapının oluşturulmasında hayatî fonksiyonlar üstlenmektedir. Bu hayatî fonksiyonların icrasında rol alan ve avukatların meslekî örgütlenmesi olan barolar; gerek avukatlık mesleğinin, gerek adalet hizmetlerinin, gerekse bütün ülkenin sorunları hakkında hukukun, vicdanın, millî ve insanî değerlerin sözcülüğünü yapmak ve bu minvalde bir tavır sahibi olmak durumundadır. Barolardan beklenen duruş bu olmakla beraber, günümüzde baroların avukatların sorunları yerine, şahsî veya siyasî çıkarların pençesinde pasifleştirildiği ortadadır. Mevcut durumun bilincinde olan Milliyetçi Avukatlar Grubu olarak, İstanbul Barosu'na gerçek bir "baro"dan beklenen tavrı kazandırmak için yola çıktık! Masumiyet karinesi ve şüphenin sanık lehine yorumlanması, ceza hukukunun en temel ilkeleridir.
Milliyetçi Avukatlar olarak biz, yargı erkinin bir baskı ve sindirme aracı olarak kullanılmasına asla rıza göstermeyeceğiz. Adil yargılanma ve savunma hakkından taviz vermemek için yola çıktık! Temel insan haklarını ve katılımcı demokrasi idealini özümseyen grubumuz, bu kavramların terör ve bölücülüğe perde olarak kullanılmasına asla müsaade etmeyecektir. Mahkemelerimizin, Türk Milleti adına karar verdiğini ve gelecekte de, Türk Milleti adına karar vermeye devam edeceğini haykırmak için yola çıktık! Devletimizin bekasına, milleti ile birlikte bölünmez bütünlüğü, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün bizlere emanet ettiği ilke ve inkılâplarına, milli ve manevi değerlere bağlılık; Hukukun üstünlüğü ile Hak ve Hürriyetler, tam bağımsız, demokratik Hukuk Devleti temel vazgeçilmezlerimizdir. Bu ilkelerin savunulmasında açıkça TARAF olduğumuzu göstermek için yola çıktık! Kuvvetler ayrılığı, iktidarın tek elde toplanmasını ve devletin yozlaşmış bir zulüm makinesine dönüşmesini engelleyen en önemli prensiplerden biridir.
Ne yazık ki Türkiye'de yargı, öteden beri yasama ve yürütmeyi elinde bulunduran iktidarlarca baskı altına alınmaya çalışılmış, adaletin tecelligâhı olan mahkemeler siyasî ihtiraslara râm edilmiş, hukukun ve hukukçunun izzeti örselenmiştir. Yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığının yılmaz savunucuları olduğumuz için yola çıktık! Sonuç olarak; dünyadaki konjonktürel gelişmeler, ülkemize yönelik projeler ve bu projelerin uygulanmasında yargıya biçilen rol nedeniyle avukatlık mesleği köklü sorunlarla karşı karşıyadır. Bu meselelerin çözümü "MİLLİ ŞUUR ve DURUŞ" gerektirmektedir. İstanbul Milliyetçi Avukatlar Grubu, bu şuur ve duruşa sahip tek gruptur. Bu itibarla "Milli şuura sahip, Bağımsız Baro"ilkesine ve "Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi" ülküsüne inanan tüm meslektaşlarımızı, bizimle BİRLİKTE MÜCADELEYE ve İSTANBUL MİLLİYETÇİ AVUKATLAR GRUBU'NDA BİR OLMAYA davet ediyoruz!"
Hukuk hepimize lazım, "keşkesiz ve amasız" bir hukuk devleti mücadelesinde avukatlarımıza başarılar diliyorum."
Prof. Dr. Kemal Üçüncü
Kaynaklar:
[i] http://www.hurriyet.com.tr/universiteler-susturulmus-diyemem-ama-isteksiz-27587215
[ii] Osman Özkul,file:///C:/Users/Kemal%20%C3%9C%C3%A7%C3%BCnc%C3%BC/Downloads/5000070430-5000091730-1-SM%20(2).pdf
Siyasetcafe.com