Emperyalizmin Irak’ın işgaliyle başlattığı Ortadoğu projesi hedefine ulaşamadı ancak Ortadoğu coğrafyasında büyük bir göçün yaşanmasına neden oldu.
En büyük zorunlu kitlesel göç dalgası da 2011’den itibaren Suriye’den, Türkiye’ye doğru gerçekleşti. Bugün ise benzer şekilde ABD’nin Afganistan çekilmesi sonrasında Taliban’ın birçok kenti ele geçirerek otoriteyi sağlamasıyla Türkiye yeni bir Afgan mülteci sorunuyla karşı karşıya geldi.
Salgının yeniden üst seviyelere kadar çıktığı bir durumda yalnızca barınma, beslenme, sağlık gibi insani değerler üzerinden göçmen/mülteci sorununu yüzeysel olarak değerlendiren iktidar ya gerçekleri gizleyerek halkı manipüle ediyor ya da ya da nasıl bir sorunla karşılaşacağının hesabını yapamıyor.
İktidarın 81 ülke ile yaptığı vize muafiyeti ve kontrolsüz göç kabulü sonrasında Türkiye’yi aynı zamanda transit geçiş ülkesi haline getirmekle kalmadı, fuhuş ve uyuşturucu çetelerinin de yuvalandığı ülke haline getirdi.
Herhangi bir çatışma veya kavga olmadığı sürece gündeme gelmeyen göçmenlerden kaynaklı sorunları araştırmak için başlattığım araştırma beni büyük bir fuhuş sarmalına götürmüş ve bu çalışma “İstanbul’un Fuhuş Dosyası” adıyla üç bölüm halinde Aydınlık Gazetesinde (Bkz: Aralık 2019) yayımlanmıştı. Bu araştırma dosyamın hemen sonrasında emniyet Özbek fuhuş çetesini çökertmişti.
O nedenle göçmen meselesi yüzeysel bir mesele olmadığından tüm ayrıntılarıyla kapsamlı bir şekilde değerlendirilmesi ve kamuoyuna da gerçeklerin açıklanması gerekmektedir. İşte bu yazıda mülteci sorunlarına birçok farklı açıdan yaklaşarak Türkiye’deki mültecilerin statülerini ve bundan kaynaklı sorunları ve tehlikeleri ele alacağız.
İstenmeyen misafirler
Genel olarak göçmenler bir yandan içinde doğdukları, içselleştirdikleri kültürel yapı ile değerleri muhafaza etmeye çalışırken diğer yandan gittikleri yerin sosyo / kültürel şartlarına uyum sağlamak gibi birçok sorunla karşılaşıyorlar.
Algıda ki değişim ile başlayan göç; mekânda yer değiştirme, varılan yere uyum ve bütünleşme aşamalarıyla devam edeceğinden etkileri de ancak birkaç yıl sonra daha somut şekilde görülmeye başlanacaktır.
Türk vatandaşlarının önce “misafir” kabul ederek büyük bir yardım seferberliği başlattığı Suriyelilere beş yıl sonra daha rasyonel yaklaşmasının ve hatta “istenmeyen halk” olarak ilan etmesinin başlıca nedeni sosyal etkilerini daha derinden hissetmeye başlamış olmasıdır.
Türk vatandaşlarının bu tutumu, göç edilen yerde uyumun gerçekleşmediğini ve göçün başarıyla tamamlanmış bir süreçten çıktığını göstermesi bakımından dikkate alınması gereken bir tavırdır.
Çünkü uyum sağlayanlar yatırıma yönelirken sağlayamayanlar ise suça yönelmektedir. Yukarıda da değindiğim üzere göçmenler ekonomik, demografik, sosyolojik sorunların yanı sıra Covıd-19 salgınıyla boğuştuğumuz şu günlerde ciddi bir sağlık sorunu da yaratacaklardır.
Yalnız Covid salgını değil HIV, Kolera, Sıtma, Menenjit gibi ölümcül hastalıkların da taşıyıcısı durumundadırlar. Durum böyleyken İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun “Bu konuda çok iddialıyım. Dünyada bizim kadar kapsamlı ve sağlıklı işleyen bir göç yönetimi göstersinler adımı değiştireyim” şeklinde sokak ağzıyla yaptığı söylemler gerçeği yansıtmamaktadır.
Çünkü sayı olarak fazla göçmeni kabul etmek göçün sağlıklı bir şekilde yönetildiği anlamına gelmez. Böylesine içi boş, altı doldurulamayan söylemlerin gerçek dışı olduğunu somut verilerle ortaya koyacağım.
Türkiye, Taliban’ın Afganistan'da sınırlarını genişletmesi sonrasında mültecilerin sınırlarımıza akın ettiği iddialarını konuşurken, sosyal medyada da konuyla ilgili çok sayıda görüntü yayıldı. Türkiye’nin göçmen politikasını savunan Soylu, son zamanlarda Afgan göçmenlerle ilgili yaptığı açıklamada Türkiye’nin kendisini düzensiz göçten koruduğunu da savundu.
Yukarıda belirttiğim somut gerçekler ortadayken düzensiz göçten nasıl korunduğuna dair tek bir cümle dahi etmemiş /edememiş olması, iddialı söylemlerini ne yazık ki doğrulamıyor. Şimdi bu gerçeklerden hareketle uluslar arası verilerden de örnekler vererek iktidarın göçmen politikası hakkındaki iddialarının ne denli doğru olduğuna bakalım.
Türkiye AB’ye sınır bekçiliği yapıyor
ABD ve NATO güçlerinin Afganistan'dan çekilme kararı ve ülkede Taliban hâkimiyetinin artmasıyla 4 milyon Suriyelinin (kayıt dışı dâhil değil) ardından 6,5 milyon Afgan mülteci de Türkiye’ye göç etmeye başladı. TIR’lara doldurulan ve çoğunluğu gençlerden oluşan Afgan kaçak göçmenler, İran üzerinden ülkemizin farklı il sınırlarında indiriliyor.
AB’nin Suriyelileri ülkede tutması konusunda iktidar ile yaptığı anlaşmanın bir benzerini de Afgan göçmenler için yapmayı planlaması ve AKP’nin de olumlu bakması Türkiye’yi AB’nin sınır bekçisi olarak gördüğünü bir kez daha ortaya koyuyor.
Başta Erdoğan ve özellikle de Soylu’nun hiçbir ülkenin kendileri kadar sağlıklı bir şekilde göç yönetimi olmadığına dair yaptıkları iddialı açıklamalar askıda kalıyor. Çünkü kendilerinin tepesinde olduğu kurumların kaçak göçmenlerle ilgili ortaya koyduğu veriler tüm bu söylemlerin gerçek dışı olduğunu somut bir şekilde ortaya koyuyor.
Yurda giren kaçak göçmenlere yönelik Emniyet Müdürlüğü’nün yaptığı operasyonlar sonrasında son iki haftada sokak ve sahillerden toplanan kaçak göçmen sayısının bin 559’u bulduğu açıklanırken sadece İstanbul’da kaçak göçmenlere yönelik yapılan bir günlük operasyonla çoğu Afganistan ile Suriye uyruklu 435 düzensiz göçmenin daha yakalandı.
Göçmen Kaçakçılığıyla Mücadele Şube Müdürlüğü ekiplerinin Beylikdüzü, Fatih, Küçükçekmece, Zeytinburu Maltepe, Esenyurt ile Güngören semtlerinde yaptıkları kontrol ve denetimlerde yurda kaçak girdikleri belirlenen ve oturma izni bulunmayan 145’i Suriye, 135’i Afganistan uyruklu olmak üzere 24 farklı ülkeden toplam 435 yabancı uyruklu yakalayarak gözaltına aldı.
Ve yine İstanbul polisi, yurda kaçak giriş yaptıkları tespit edilen düzensiz göçmenler ile ilgili 15 ile 25 Temmuz tarihleri arasında yaptıkları ilk çalışmada 709, sonrasında ise gerçekleştirilen uygulamalarda 415 yabancı uyruklu kaçak göçmeni yakalayarak gözaltına aldığını açıkladı.
Türkiye’ye kaçak girdikleri belirlenen göçmenlerin çoğunluğunu Suriye, Afganistan ve Pakistan oluşturuyor. BM’in verilerine göre, ocak ayından bu yana 270 binden fazla Afgan evini terk ederken, toplam Afgan mülteci sayısının dünya genelinde 3. 5 milyona dayandığı tahmin ediliyor. Bu veriler, Türkiye’nin kaçak göçmen yurdu haline getirildiğine somut örnek oluştururken iktidar ise sağlıklı göçmen politikası iddialarıyla gerçekleri kamuoyunun dikkatinden kaçırıyor.
Göçmenlerin statüsü neden değiştirildi?
Birleşmiş Milletler, Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin(UNHCR) verilerine göre 2016 yılı itibarıyla 244 milyon insan başka bir deyişle dünya nüfusunun yüzde 3,2’si, uluslararası göçmen konumundadır. Konumuz itibariyle bu raporda en dikkat çeken husus ise 2016 yılı ortası itibarıyla 2,8 milyon mülteci ile bütün ülkeler arasında en yüksek sayıda mülteci nüfusuna ev sahipliği yapan ülkenin Türkiye olduğudur.
Son rapora göre Türkiye, yaklaşık 3,6 milyon kayıtlı Suriyeli mültecinin yanı sıra 320.000 kadar diğer uyruklardan UNHCR’nin ilgi alanına giren kişiye de ev sahipliği yapmaktadır. Türkiye’yi sırasıyla Pakistan 1,6 milyon, Lübnan 1 milyon, İran 978.000, Etiyopya 742.700, Ürdün 691.800, Kenya 523.500, Uganda 512.600, Almanya 478.600 ve Çad 386.100 mülteci nüfusuyla izlemektedir. Ayrıca UNHCR, Mayıs 2017 tarihi itibariyle Türkiye’deki toplam Suriyeli sığınmacı sayısının 2.969.669’a ulaştığını, bunların % 8,60’ının konteynır kent veya çadır kentler gibi kamp alanlarında, % 91,40’ının ise kamp dışı alanlarda ikamet ettiğini açıklamıştır.
Bunun yanı sıra Suriyeli göçmenlerle ilgili olarak AFAD, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü ile bazı sivil toplum kuruluşu verileri ve Suriyeli Göçmenler üzerine son yıllarda yapılmış olan bilimsel çalışmalar, Türkiye’nin en çok mülteci kabul eden ülke olduğunu ortaya koymuştur.
Hali hazırda dünyadaki en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülke olan Türkiye, şu anda bölgedeki Suriyeli mültecilerin yaklaşık yüzde 45’ine ev sahipliği yapıyor. Yani neredeyse Suriyeli göçmenlerin yarısını Türkiye tek başına üstlenmiş durumdadır.
Türkiye’ye girişi itibariyle herhangi bir yasal geçerliliği olmayan ve mültecileri “misafir” olarak tanımlayan Türkiye, mültecilerin mevcut statülerini Ekim 2011 tarihinde “geçici koruma” statüsüne almış ve böylece onlara daha çok yasal haklar tanınmasının yolunu açmıştır.
Bu konudaki en önemli yasal düzenlemeyi de 22 Ekim 2014’teki “Göç Yönetmeliği” ile yapmıştır. Buna göre Suriye’deki olaylar nedeniyle 28 Nisan 2011 tarihinden itibaren Türkiye’ye gelen Suriyeli göçmenler “geçici koruma” altına alınmış ve 1994 Yönetmeliği’nde “sığınmacı” olarak ifade edilen ve (Avrupa dışından gelen) mültecilik kriterlerini taşıyanlara ilişkin olarak da “şartlı mülteci” kavramı kullanılmaya başlanmıştır.
Kuşkusuz başta savaş olmak üzere insanları yaşadığı yeri terk etmeye zorlayan birçok nedenler var fakat Suriyeli ile Afgan sığınmacıların göç nedenini en iyi açıklayan, bu tür faktörlerin siyasal etkenleridir diyebiliriz. Çünkü Türkiye, AB ile pazarlıklarında kapıları açmayı bir tehdit olarak kullanmayı planlarken diğer yandan da destek paketleriyle ülkeye sıcak para akışını sağlayarak ekonomiyi düzlüğe çıkartacağını sanıyor.
Göçmen sorununun doğurduğu ve ileride doğuracağı sorunları ise İslamcı ideolojiye uygun söylemlerle idare ederek geçiştiriyor.
AB ekseninde Mülteci pazarlığı
UNHCR Başkanı Filippo Grandi, Cenevre’de gazetecilere yaptığı açıklamada, mülteciler için en iyi çözümün istikrar sağlandıktan sonra ülkelerine geri dönmek olduğunu vurgularken Almanya Başbakanı Angela Merkel ise Türkiye’yi Avrupa Birliği ile yaptığı anlaşmanın bir parçası olarak çok sayıda Suriyeli mülteciye ev sahipliği yaptığı için övmüş ve Ankara ile yakın ilişkiler kurmak istediğini söylemişti.
Buna rağmen Türkiye’nin AB üyeliğini beklemediğini söyledi. Merkel ayrıca Türkiye’nin, Suriyeli mültecilere bakmakta olağanüstü bir iş çıkardığını ifade ederek gaz verip sırt sıvazlamıştı. Daha net ifadeyle kendi göçmenlere kapısını kapatan Merkel AKP’ye “para verelim göçmenler sizde kalsın” demiş, AKP’de kabul etmişti.
Sonuçları düşünülmeden göçmenlere kapıları açmalarının nedenlerinden birisi de AB’den gelecek olan yardım paketine itibar edilmesidir. Önceki yazılarımda da vurguladığım gibi AKP’nin borç para bulmanın dışında başka bir seçeneği kalmadığı için para için yapamayacağı şey yoktur.
İlginçtir ki, AB ile yapılan göçmen pazarlığında verilen sözler yerine getirilmiyor ve Erdoğan Merkel’i arayarak yardım paketini doğrudan Türkiye’ye gönderilmesini istiyor ancak sonuç değişmiyor.
Çünkü yardım paketi öncelikle BM Mülteciler Baş komiserliğine gitmek zorundadır. Tabi yardım paketi gelene kadar da kamudan toplanan vergilerle mülteciler finanse edilecektir.
Yardım paketi geciktirilince de Erdoğan kapıları açmakla BM’yi tehdit ediyor. Merkel ise BM ile yapılan mülteci anlaşması dâhilinde ayrıca 3 milyon Euro ek fon vereceğini söylerken mültecilerin siyasi araç olarak kullanılmaması gerektiğini hatırlatıyor. AKP’nin amacı sıcak para girdisi sağlamak ve BM’ye yaptırım uygulamaktır fakat bundan sonuç alması mümkün görünmüyor. Çünkü Merkel, mültecilere Almanya’nın kapısını kapatırken Türkiye’ye de AB kapısını kapattığını net bir şekilde ifade etmiştir.
Tabi kriz sürüp giderken, mültecilerin geri dönme umudu da zayıflıyor. Zaten hassas durumda olan, kendi sorunlarına çözüm üretemeyen Türkiye’nin ise istihdam, toprak, konut, su ve enerji gibi rekabetlerin yaşandığı bir durumda bu denli yüksek sayıdaki mültecilerle baş edebilmesi mümkün görünmüyor.
Tersine göçü zorlaştıran faktörler
DESA’nın raporuna göre dünya nüfusunun 2000 yılında yüzde 2,8’ini oluşturan mülteci ve göçmen nüfusunun dünya nüfusuna oranı 2019 yılına gelindiğine yüzde 3,5’e yükseldi. Ülke, bölge ve kıtalara göre mülteci ve göçmen sayısının en fazla artış gösterdiği ülke ise Türkiye’dir.
Aynı rapora göre Türkiye’deki mülteci ve göçmen toplam sayısının 2019 yılına gelindiğinde 5 milyon 678 bin 800 kişiye ulaştığı ve toplam mülteci sayısının büyük çoğunluğunu da Suriyelilerin oluşturduğu kaydedilmiştir. Mülteciler Derneği’nin raporunda ise Türkiye’deki geçici koruma altındaki kayıtlı Suriyeli sayısının 23 Haziran 2021 tarihi itibarıyla bir önceki aya göre 11 bin 766 kişi artarak toplam 3 milyon 684 bin 412 kişiye ulaştığı not edilmiştir. Bu sayının 1 milyon 746 bin 253’ünü (%47,4) 0 ile 18 yaş arası çocuklar oluşturuyor. Suriyeli göçmenlerin on yıl gibi uzun bir zamandan beridir yaşadığı Türkiye’de gerçekleşen doğum sayısı resmi rakamlara göre 450 bin civarındadır.
Bu verilerle birlikte Afganlı göçmenleri ve kayıt altına alınamayan göçmenleri de dâhil ettiğimizde vahim bir tablo karşımıza çıkıyor. Bu durumda göçmen üzerinden küçük hesaplar ve siyaset yapan iktidarın gerçekte göçü idare edecek sağlıklı bir politikasının olmadığı görülüyor.
UNHCR Başkanı Filippo Grandi’nin de ifade ettiği gibi göçün en sağlıklı yönetim şekli, şartları oluşan göçmenlerin ülkelerine geri gönderilmesidir. Buna göre İçişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada 6 Aralık 2020 tarihi itibarıyla ülkesine dönen Suriyeli sayısının 419 bin 40 olduğu belirtildi. 1 Kasım 2020 tarihinde yapılan açıklamada 2018 / 2020 arası devlet üniversitelerinde okuyan Suriyeli öğrenci sayısı 73 bin 570, anaokulunda 35 bin 553, ilkokulda 338 bin 807, ortaokulda 222 bin 703 ve lisede 89 bin 518 öğrencinin eğitim gördüğünü açıkladı.
Ve yine 31 Mart 2019 tarihinde yapılan başka açıklamada Türkiye’de çalışma izni verilen Suriyeli sayısının 31 bin 185 kişi olduğu belirtildi. Ticaret Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada ise 26 Şubat 2019 tarihi itibarıyla en az bir ortağı Suriye uyruklu olan şirket sayısının 15 bin 159 olduğu belirtildi. Türk vatandaşlığı verilen Suriyeli sayısı ise 110 bin. Bu kişilerin 53 bini yetişkinlerden, 57 bini de çocuklardan oluşuyor.
Türkiye’de göçmen statüsündeki Suriyelilerin sosyo-kültürel uyum sağlayamadığı gibi gasp, taciz, hırsızlık gibi vakalarla gündeme gelmesi, Türk halkının kendilerine olan bakış açılarını değiştirmekle kalmamış, şiddet eylemlerine varan toplumsal çatışmalara neden olmuş ve böylece kronik sorun yumağına dönüşmüştür.
Buna rağmen Türkiye, Suriyelilere sağlık ve barınma imkânları gibi her türlü temel insani hizmeti sağlamayı kabul etmesinin yanı sıra “Göç Yönetmeliği”nde sunulanın çok daha ötesinde ve uluslararası hukuk çerçevesinde tanımlanan “geri-göndermeme” ilkesini de benimsemiştir. Suriyelileri “şartlı mülteci” statüsüne aldığı için de sığınmacılık, mültecilik gibi statülerinden kaynaklı hukuki sorunlarla karşılaşabilir.
Fakat asıl ciddi sorun, göçe zorlanmaları durumunda Türkiye’yi insan hakları gibi uluslar arası ciddi bir sorunla baş başa bırakacak olmalarıdır. Çünkü kalış süreleri uzadıkça, yaşadıkları bölgelerde küçük iş alanlarına yönelen ve hatta gayrimenkul alarak yatırım yapan Suriyeliler, yerleşik düzene geçmeye başlamışlardır ki, bu durum geri dönmelerinde birinci derecede caydırıcı faktördür.
Tüm bu veriler dikkate alındığında mevcut Suriyeli mültecilerin kendi rızalarıyla ülkelerine geri dönmek gibi bir niyetlerinin olmadığı, bu konuda yapılacak olan yasal düzenlemelerin ise uluslar arası hukuki sorunları da beraberinde getireceği yüksek ihtimaller arasındadır.
Göçün sürekliliğine, risklerine ve olumsuz sonuçlarına Afganlı ve diğer mültecileri de dâhil ettiğimizde sorunun boyutları daha iyi anlaşılacaktır. Bunun birinci derecede sorumluları ise işgalden, silah satışından, ucuz işgücünden kâr sağlayan ve kendi hukuk kurallarını dahi ihlal eden sistemin temsilcilerinden başkaları değildir.