Türkiye, cephede kazanılmış tüm değerleriyle yirmi seneden beridir tarikat, siyaset, hilafet leğeninde yoğrularak biçimlendiriliyor. Halkın bir kesimi şaşırıyor, leğene su taşıyanlar salyalarını akıtarak sırıtıyor, sol muhalefet ise laf çevirerek durumu idare ediyor. Bir haftanın içinde gelişen üç hadise, kirli ve emperyalist uzantılı ellerin cumhuriyet değerlerini nasıl aşındırarak, eriterek yok ettiğini net olarak ortaya koydu. Sözde topluma önderlik edenler, basit bir konuyu bile kavrayıp analiz edemedikleri gibi meseleye yaklaşımları yüzeyselliğin ötesine geçemiyor. Kokuşma ve çürüme öylesine derinleşti ki siyasetçisinden, bürokratına, akademisyeninden sözde siyaset bilimcisine, kısacası halkın okumuş, eğitimli dedikleri kitlelerin paçalarından pespayelik, korkaklık, küstahlık, cehalet dökülmeye başladı. Gün güne devrilemeden bir başkası gücün tasmasını takıp, kuyruğuna da piyasa değeri etiketini yapıştırıp sarayın kapısına nöbetçi olarak dikiliyor, toplum da ağzı açık bir şekilde ve şaşkınlıkla seyrediyor. Soru ise hiç değişmiyor ama basit sorunun yanıtını bile bulmakta zorlanıyorlar; ama nasıl olur, bu muhalif değil miydi? Oysa yanıt düz bir mantıkla çözülecek kadar basittir. Evet, muhalifti ama eski Türkiye’de… Yeni Türkiye’de dönekliğe terfi etti de anlamadığın ayrıntı burasıdır işte!
Şimdi üzerinde duracağım bu üç mesele, yeni Türkiye’nin yeni çekilmiş fotoğrafıdır. Birincisi; Milli Eğitim bakanının tarikatlarla protokol yaptıklarına dair açıklama yapması ve savunması, ikincisi; Suudi Arabistan ile yapılması planlanan maçın iptal edilmesi ve üçüncüsü de Filistin bahane edilerek, fırsata çevrilerek hilafet yürüyüşünün düzenlenmesidir. Maç üzerinde ayrıntılı durmayacağım, yalnız önemli bir noktaya değinerek geçeceğim fakat diğer iki konu yani hilafet ile tarikat birbiriyle doğrudan bağlantılı olduğu için bu iki hadisenin üzerinden yazıyı sürdüreceğim.
Tarikatlara STK statüsü yetmez, bütçe de ayırın
Bütçe görüşmelerinde tarikat ve cemaatlerle protokol yapmaya devam edeceklerini söyleyen Milli Eğitim bakanı Yusuf Tekin’in “Sizin tarikat, cemaat dediğiniz, bizim STK, sivil toplum kuruluşu dediğimiz yapılarla 10 protokolümüz var. Onlarla protokol yapmaya devam edeceğiz” sözleri, açıklamadan ziyade itiraftır. Muhalefet, her zaman olduğu gibi yine meselenin biçimine takılıp, özünden uzaklaştı. Oysa ısrarla üzerinde durulması gereken nokta, protokolün içeriğinde nelerin olduğuydu ve bunun kamuoyuna açıklanmasını ısrarla talep etmekti, kimse yapmadı, konuşmadı. Cemaatlerin, tarikatların bu kadar hızlı palazlanmaları, tehditler savuracak kadar özgüven kazanmaları, takunya şalvar özel işletmelere girip tacize varan misyoner faaliyetleri, Türkiye Cumhuriyeti devletine alenen kin ve nefret kusmaları vb. gibi faaliyetlerine karşı hiçbir hukuki yaptırımının olmaması işte bu yapılan protokolleri işaret ediyor. Daha net ifade edelim; cumhuriyeti dönüştürmek için tarikat, cemaat gibi yapılarla anlaşma yapan iktidar, onlara her türlü faaliyetlerinde serbestlik hakkı tanımış olmalı ki bu denli pervasız olabiliyorlar. Bugünlerde alenen itiraf edildiği için kamuoyunun haberi oldu ancak mesele yeni değil. Tarikat, cemaat vb. gibi benzer dini yapılarla olan işbirliklerini ilk def 2014’te Togan Yayınları’dan çıkan “Apo’nun Kürt ve Din Maskesi” adlı kitabımda açıklamış ve bu fikrin, önerinin Abdullah Öcalan’a ait olduğunu hatırlatmıştım.
Bugün Milli Eğitim bakanının itiraf ettiği hadise AKP / PKK / FETÖ ittifakında yürütülen emperyalist uzantılı “Kürt Açılımı” projesinde bizzat Abdullah Öcalan tarafından öneri olarak dile getirilmişti. Ortadoğu coğrafyasında dinsel inanç baskın olduğu için ancak tarikatlar aracılığıyla dönüştürülebileceğini itiraf eden Apo, tarikatlara yasal kılıf bulmak için Ortadoğu’da dini örgütlenmenin zayıflığınının tarikat örgütlenmesiyle giderilebileceği önerisinde bulunuyor. Batîniler ve Hassan Sabah gibi tarikat ve cemaatleri yoksulların sınıf partisi ilan ederken gerçekte dinsel yozlaşmanın, sapkınlığın birinci unsurunu oluşturan cemaatler ve tarikatlar için şöyle bir güzelleme de bulunuyor:
“(…) Tarikatlar ve benzer cemaatler, Ortadoğu toplumunun bir nevi sivil örgütleridir.-Syf:169”
Sanki demokrasi kavramının tarikatlarda şeytan gibi görüldüğünü bilmiyormuş gibi dinsel tutuculuğun çözümünde ise demokrasinin en ideal yöntem olduğunu ileri sürüyor ve tarikatların üzerine de demokrasi perdesini örterek gerçekleri gizleyebileceğini zannediyor.
Birbiriyle tamamen tezat ve çelişkili tarikat ile demokrasi kavramını şu sözleriyle bir araya getiriyor:
“(…) Kökeni yüzyıllarca öncesine giden cemaatçi grupları inkâr etmeden, demokrasi de onlara da yer olduğunu bilerek demokratik yaklaşım göstermek, tutuculuğu çözmede en etkili yöntemdir.-Syf:161)”
Böylesine sakat ve hastalıklı bir düşünceyi daha da ileri taşıyarak tarikatlara sivil toplum örgütü statüsünün verilmesini, siyasallaşmasını ve nihayetinde siyasi partiler içinde örgütlenmelerinin sağlanması gerektiğini ileri sürerek şu ifadeleriyle kullanıyor:
“(…) Daha geniş anlamda modern tarikatlar da diyebileceğimiz sivil toplum ve siyasi parti örgütlenmelerinin bazıları içinde benzer yaklaşımlar geliştirilebilir. -Syf:169”
İşte Öcalan’ın öneri niteliğindeki bu sözleri, 2014’ten itibaren Diyanet işleri Başkanlığınca aynı yıl içerisinde okullarda seminer verilmesi gibi çalışmalarla gerçekleşmeye başladı. Evet, bugün itiraf edildiği veya alenen söylendiği için toplumun haberdar olduğu bu hadise yeni değil, en az 2014’ten beridir AKP, tarikat ve cemaatleri Sivil Toplum Örgütü olarak görmekte, imtiyazlar tanımakta ve hatta Apo’nun da önerdiği üzere belki de bütçe bile ayırmaktadır.
Tarikatlar, Filistin’e hilafet hamisi arıyor
Zaten örgütsel yapısının değişmez ön koşulu tutuculuk ve ümmetçilik olan tarikatların tutuculuğu, bilimselliği ve akılcılığı reddeder. Düşünme, tartışma, sorgulama yoktur, koşulsuz ve sorgusuz itaat esastır. Bu yapıda ki kalabalığı yönetmek için deyim yerindeyse sadece bir çobana ihtiyaç vardır. Bu kitleleri yönetenlerde kendilerine şeyh, şıh gibi kendilerince kutsal sıfatlara bürünen ama yönettiği kitlelerden her bakımdan hiçbir farkı olmayan acayip kılıklı figürlerdir. Bu sebeple Filistin’e destek bahanesiyle sokaklara dökülen tarikatların bu ve benzer eylemleri destek falan değil, cumhuriyet rejimine karşı bir tavır olarak okunmalıdır. Üstelik benzer görüntüler ilk defa da gerçekleşmiyor. Yürüyorlar, slogan atıyorlar, cumhuriyete karşı kin ve zehirlerini kusuyorlar, onların karşısındakilerde sadece konuşuyor, laf çeviriyor ve bir dahaki hadiseye kadar susuyorlar. Hukuku, yargısı, polisi seyrediyor, bu kısır döngü yıllardır devam ediyor. E canım ülkede ileri demokrasi, düşünce özgürlüğü var da ondan (!) Başörtüsüne özgürlük, şalvara, takkeye, takunyaya özgürlük! Fakat sokaklara dökülüp kabadayı naraları atan bu güruhu, Filistin’e destek için çağırsan, içinden bir kişi bile çıkmaz. Tabi bir de bunların ardındaki siyasi yapılar, örgütler vardır ki onları böylesine cesaretlendiren de bu siyasi yapılardır. Milli eğitim bakanının cemaat ve tarikatlara protokol açtığını, STK statüsünde gördüğünü milletin meclisinde ve hem de anayasaya aykırı olarak alenen açıklaması, bu yapıların kimlerden cesaret aldığını, desteklendiğini açıkça göstermektedir. Sırtını siyasi güce dayayan bu yapılar her fırsatta cumhuriyete ve değerlerine karşı tavırlarını alenen gösteriyorlar. Sözde Filistin’e destek adı altında sokaklara dökülen bu yapıları örgütleyenlerin başında Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın da yöneticileri arasında bulunduğu Türkiye Gençlik Vakfı, Menzil tarikatına bağlı Semerkand Vakfı ile 45 çocuğun cinsel istismara uğradığı Ensâr Vakfı gelmektedir. Bu vakıflarla birlikte hem AKP’ye hem de tarikat ve cemaatlere yakınlığı ile bilinen 308 derneğin birleştiği Milli İrade Platformu da destek vermiştir. Siyaset / Tarikat ittifakı artık kamuoyunca bilinmektedir ancak burada sorgulanması gereken nokta bu ittifakın neye karşı olduğudur.
Bu sorunun yanıtı da sözde Filistin’e destek maksatlı yapılan yürüyüşte açtıkları “Filistin’i hilafet kurtaracak” yazılı döviz ve pankartlardadır. Sanki Filistin’de başka bir rejim, medeni hukuk, demokrasi varmış gibi hilafet çağrıları yapmaları tutarsızlık olarak görülebilir ancak niyetleri bu değildir. Soruyu şöyle de sorabiliriz; Filistin hilafet ile yönetilseydi veya bugünden itibaren hilafet ilan edildiğini varsayacak olursak başta İsrail olmak üzere bütün sorunlar çözülüp, Filistin refaha mı ulaşacaktı? Peki, nasıl oluyor da kurtuluş hilafette aranıyor? Burada verilmek istenen gizli, sinsi mesaj; Türkiye’nin hilafete geçmesi ve Filistin’e hamilik yapmasıdır. Açıkça söylemedikleri gerçek de budur. Hilafet yürüyüşünde Ege Akersoy adındaki bir gencin, göstericilerden birisine fiziki şiddette bulunması ve hemen ardından tutuklanması, diğer yandan Ege Akersoy’a fiziki şiddette bulunan göstericiden kendisi bizzat şikâyetçi olmasına rağmen savcının talimatıyla serbest bırakılması, yargının, adaletin geldiği vahim durumu göstermekle birlikte hukukun alenen tarikatlara, cemaatlere imtiyazlı davrandığını göstermektedir.
Diğer bir konu da Suudi Arabistan da yapılması düşünülen maça ilişkin hadisedir ki bunda da rozet Atatürkçüleri, Atatürk’ü meseleye alet etmişlerdir. Meselenin özünü anlamadan sığlıklarını, yüzeyselliklerini burada da göstermişlerdir. Takımın Atatürk baskılı formalarla sahaya çıkmasına Suudi yönetiminin izin vermemesine karşı maça çıkmayarak sözde en büyük tavrı göstermişlerdir. Oysa başta Futbol federasyonu olmak üzere tarafların maç kurallarının olduğunu, anlaşma yapıldığını ve bu anlaşma çerçevesinde maçın gerçekleşeceğini biliyor. Anlaşma da böyle bir madde olmadığından Suudilerin karşı çıkması gayet doğal bir durum ancak bütün suçu Suudilere yıkarak büyük bir yaygara kopartanların kendileri Atatürk’ü bu meseleye alet etmiş sonra da sözde savunmaya başlamışlardır. Atatürkçülüğün, Kemalizm’in felsefesini bilmeyen, içselleştiremeyen, devrimlerini kavrayamayan Atatürkçülüğü poster, afiş, rozetten ibaret zanneden yığınlar yıllardır bu maske altında Atatürk’e ve mirası cumhuriyete zarar verirken, cumhuriyetle hesaplaşanların değirmenine su taşımaktadırlar.
(Kaynak: Veysel Boğatepe / Apo’nun Kürt ve Din Maskesi, Ortadoğu’daki Rolü ve Kurtarılış Operasyonu- Togan Yayınları, Ekim 2014 / 161 ile 169’ncu sayfalar)