Dünya klasikleri arasındaki İspanyol şair ve roman yazarı Miguel de Carventes’in kendi dilinde yazdığı Don Kişot (Don Quijote) romanını sanırım okumayanınız yoktur. Filmi de çekilen romanın ana karakteri Don Kişot, La Mancha’da yaşayan aldatılmış bir İspanyol soylusudur.
Sınıf ile değer arasındaki ayrımın komedi unsurlarıyla anlatıldığı romanın iki önemli karakteri Don Kişot ile Sancho üzerinden psiko-sosyolojik çözümlemeler de yapılır. Don Kişot eskiyi, idealizmi ve mutlak bilgiyi sorgulamadan kabul etmeyi temsil ederken, Sancho ise yeniyi ve pragmatizmi temsil eder.
Aldatılmış duygusunun baskın olduğu Don Kişot karakterine göre herkes onun düşmanıdır. Kimi zaman rüyasında bile kılıcıyla düşmanlara saldıran Don Kişot’un en büyük düşmanı yel değirmenidir. Dev bir düşman olarak gördüğü yel değirmenine kılıcıyla saldırır ancak her seferinde yel değirmeni koca pervaneleriyle onu savurup atar. Buna rağmen yine de vazgeçmez. Don Kişot ile Sancho’nun maceraları hayal dünyasında akıp gider.
İspanyol asilzade Don Kişot karakterinin yel değirmenlerini birer dev olarak algılaması, her seferinde yenilgiye uğramasına karşın mücadelede ısrarcı olması, bilimsel olarak rüyalar uğruna gerçeklerden kaçma yani “Don Kişot Sendromu” olarak tanımlanmıştır.
Önemli düşünürlerden Eflatun; düşünceler ile yanılsamaların, evreni olayların kendisinden daha önemli konuma getirdiğine işaret ederken sosyolog yazar Florence Lautrédou ise bazen gerçeklerden kaçışın kişinin sorumluluklarından da kurtaracağını ileri sürer. İşte yazıya böyle bir örnekle giriş yapmamın nedeni de başta iktidar olmak üzere siyasette giderek kronikleşen Don Kişot Sendromu’dur.
Hayali düşman yaratma, yalan söyleme, gerçeklerden ve sorumluluktan kaçma vb. gibi davranış ve söylemler, günümüz siyasetçilerinin başvurduğu temel unsurlarıdır. Ancak burada ki tek ve önemli ayrım, Don Kişot’un soylu, asilzade bir aileden gelmiş olmasıdır ki, bizim siyasetçiler de asalet ve soyluluk, dini değerlerle ölçülmektedir.
Kahramanlık hayali, Düşman gerçek
Vermiş olduğum örneğe sadık kalarak Türkiye’nin değişmeyen baş düşmanı, yani Yel Değirmen’i ABD’dir. Ancak AKP ile birlikte yel değirmenlerine Rusya, Suriye, Yunanistan, İsrail gibi ülkeler de eklenmiştir. AKP’nin iktidarlığı boyunca bu ülkelerle kavga etmiş, resti görünce geri adım atmış, çıkarlar söz konusu olduğunda tekrar barış çubuğu uzatmış, uzlaşmanın yollarını aramıştır. İsrail ile yaşanan Mavi Marmara hadisesi sonrasında İsrail’i, açılım programında dost dediği Suriye’yi (Esad’ı), F-16 alımı ve PKK gibi konularda ABD’yi, adalar konusunda Yunanistan’ı düşman ilan etmesi, tipik bir Don Kişot-Yel Değirmeni örneğidir. Yarattığı bu hayali düşmanlardan ABD ve İsrail ile yeniden uzlaşma içerisine girerken Yunanistan ile düşmanlığı sürdürmektedir. Hayali diyorum çünkü başta komşu olduğumuz sınır ülkeleri olmak üzere ilişkilerin tutarsız olmasının tek nedeni bizzat iktidarın kendisidir. Bunun en somut örneği bugün gündemde olan Yunanistan ve Kıbrıs konusudur. Adaların işgal edilmesine, KKTC’nin uluslar arası yönetime bırakılmasına sebep ne olursa olsun göz yuman AKP, bu iki konuda da hayali kahramanlığa soyunarak kamuoyunu manipüle etmektedir.
Henüz başbakan olduğu 31 Ocak 2004’te, Harvard Üniversitesi’nde yapılan “Ortadoğu’da Demokrasi, Avrupa’da Çoğulculuk ve Türkiye Perspektifi” konulu konferansta katılımcıların yönelttiği sorulardan en önemlisi “Kıbrıs sorununun çözümünde adadan karşı tarafa toprak verilecek mi?” sorusuydu. Bu soruya Erdoğan; “ Adanın şu an yüzde 36’sı KKTC’nin yaşam alanıdır. Belli bir oranda bu tür toprağı verebiliriz. Biz garantör ülke olarak tavsiye ederiz, KKTC’de bu yaklaşımı gösterir. Buranın çözüme kavuşturulması çok daha önemlidir.” yanıtını vermişti.
Özetle Erdoğan, Kıbrıs sorununun çözüme kavuşturulması için karşı tarafın yani Yunanistan’ın toprak da dâhil olmak tüm taleplerini karşılayacağını ve hatta garanti edeceğini açıkça söylemişti. Bu garantörlüğü yerine getirmek için de başta “Annan Planı” olmak üzere Yunanistan’ın KKTC üzerindeki tüm taleplerine karşı çıkan Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı el birliğiyle siyasetin dışına atmışlardı. İşte o tarihten beridir Erdoğan’ın vermiş olduğu garantörlüğü neticesinde Yunanistan ege adalarını işgal edip askeri yığınak yapmaya başladı. Çünkü bu cesareti ve özgüveni o toplantıda bizzat Erdoğan’ın kendisi vermişti.
Yunanistan adaları işgal edip askeri yığınak yaparken sessiz kalan AKP, muhalefetin ve muhaliflerin buna ilişkin eleştirilerini, uyarılarını dikkate almadığı gibi yalan söylemekle itham etmişti. Bugün Erdoğan’ın Yunanistan’a yönelik “bir gece ansızın gelebiliriz” şeklinde ki söyleminin daha önce de İsrail ile yaşanan Mavi Marmara hadisesi, Türk askerinin Kuzey Irak’ta başına çuval geçirilip sınır edilmesi gibi pek çok konuda hayali kahramanlık naraları olduğunu kamuoyu bilmektedir.
Komik değil gülünç bir durumdayız
Öncelikle komik olmak ile gülünç duruma düşme arasındaki ayrımı izah edeyim. Komiklik, belli bir kıvrak zekâ gerektirir, gülünçlük ise herhangi bir çabaya gerek kalmadan içine düşülen durumdur. İktidarın adalar konusundaki bugün ki tavrı, komiklik değil gülünç bir durumdur. Adalar konusunda ABD’ye sözde protesto niteliğinde verilen notada, ABD’nin doğu Ege adalarının silahsızlandırılmış statüsüne riayet etmesini ve ABD silahlarının bu statünün ihlali için kullanılmaması konusunda tedbir almasını istedi. ABD yönetimi ise Erdoğan’ın “bir gece ansızın gelebiliriz” nakaratına anında yanıt vererek Yunanistan’ın Ege adaları üzerindeki egemenlinin tartışma konusu olmadığını ve hatta Yunanistan’ın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı göstermesini söyleyerek tavrını net bir şekilde ortaya koydu. Bu gülünç bir durumdur çünkü 2004’te belli bir toprak vereceğini garanti edenler, o günden bu yana Yunanistan’ın adalara askeri yığınak yapmasına sessiz kalanlar ve bugün de şikâyet edenler aynı iktidardır. Kaldı ki Yunanistan’ın yığınak yapmasının arkasında ABD ve İsrail var. Erdoğan’ın kabadayı tavırlarının ve söylemlerinin gerçekte başta kendi tabanı olmak üzere yandaşlarının gazını almaya yönelik taktiksel manevralar olduğunu anlamak için üstün bir zekâya sahip olmak da gerekmiyor.
Diğer bir gülünç durum ise Yunanistan’ı İHA ve SİHA gibi insansız hava araçlarıyla tehdit etmesidir. Basına yaptığı açıklamada: “Bu konuda biliyorsunuz biz kimsenin düşünmediği bir dönemde ne yaptık?”
İlk işimiz İHA’ları, SİHA’ları Kuzey Kıbrıs’a yerleştirdik. Şu anda İHA ve SİHA’larımız oradalar ve bu söylediğiniz yerle ilgili konuda da yine benzer şeyler olabilir. Bunun olması da zaten haktır. Çünkü Kuzey Kıbrıs’ı dört bir yandan, her yönüyle bizim sağlama almamız lazım. Olsa da olmasa da zaten bizim şu anda kendi ana karamızdan uçaklarımız kalktığı anda zaten Kuzey Kıbrıs’ta. Herhangi bir sıkıntı orada da söz konusu değil.” şeklinde ifadeler kullanmış, insansız hava araçlarını gerekirse adalara da göndereceğini söylemişti. Burada parantez açıp şu elzem soruyu sormak gerekiyor; madem kimsenin düşünmediği bir anda insansız hava araçlarını Kuzey Kıbrıs’a yerleştirdiniz o halde Yunanistan’ın adalara yığınak yaptığını neden görmediniz? Veya gördünüz de neden müdahale etmediniz? Bu söylemin içeriğinde en gülünç olanı ise adaları ve Kuzey Kıbrıs’ı insansız hava araçları ve savaş uçaklarıyla koruyacağını söylemiş olmasıdır. Gülünçtür çünkü buraları korumak için muhtaç olduğun F-16’yı alabileceğin sadece iki seçeneğin var.
Birisi Rusya, diğeri ABD’dir. İHA, SİHA ile gözdağı verilen Yunanistan’ın arkasında olduğunu ABD açıkça dile getirirken, İsrail’de gizli destekçisidir. Hem son teknolojik silah teçhizatına hem de nükleer silaha sistemine sahip ülkelerin ilk sıralamasında yer alan ABD ile nükleer silah sıralamasında üçüncü sırada yer alan İsrail, BM’nin nükleer silah konusunda ki tüm çağrılarına rest çekmiştir. Böylesine güçlü ülkelerin koruması altında olan Yunanistan’ı İHA, SiHA ile tehdit etmek veya KKTC ile adaları koruyacağı zannına kapılmak, yazı başlığında da değindiğim üzere Don Kişot’un hayali maceralarını anımsatmaktadır.