Daha tekerlek icat olmadan önce insan, hayatı yorumlamak için bilgiye ulaşmaya çalışıyordu. Aslında bilgi maddenin kendisiydi. Fakat insan onu taştan, topraktan, havadan nasıl ayrıştırıp okuyacağını bilmiyordu. O yüzden maddenin kendi zihnindeki yansımalarını yorumlayarak mitler yarattı.
Binlerce yıl sonra bugün bilgi ışık hızında herkesin cebine ulaşmasına rağmen durum değişmedi. Sıradan insan halen gerçeğe nasıl ulaşabileceğini bilmiyor. O nedenle de efsanelere, söylencelere ve mitlere sığınıyor. Ancak geçmiş çağlarda içgüdülerimizle yarattığımız bilgi insan toplumunu birleştirmeye yararken bugün en yakınından bile ayırmaya hizmete diyor. Eski çağlarda insan yargıları totemler, tabular, mitler, mitolojiler, çok ve sonra tek Tanrılı dinlere doğru evrilirken bugün her yargı geçmişe dair elimizde kalan iyi-kötü ne varsa parçalayıp dağıtmaya hizmet ediyor.
Peki tüm bu gerçeğe ulaşma çabası içinde siyaset ne rol oynuyor? Siyaset toplumların kendi hakikatlerine ulaşmasına mı yoksa güçlülerin iktidarda kalmasına mı daha çok yarıyor?
Bu soruların cevapları sade insanın politikaya ilgisizliğinin haksız olmadığını ortaya koyuyor.
İdeoloji ve felsefeyle ilişkili herkes siyaseti biraz küçümser. Fakat yine de devrimler üzerinden toplum için yararlı olduğunu düşündüğü bir tür “siyaset” benimser. Çünkü sosyal ve siyasal devrimler politikanın güçlü-güçsüz, iktidar-teba ilişkisini kırdığı nadir tarihsel anlardır. O an siyaset tüm kütlesini yitirerek topluma hatta her bir insana dönüşür. Bu yüzden insanı özgürleştirir.
Artık siyasal insan ileriye bakmıyor. Başını eğmiş adeta köstebek gibi parmaklarıyla telefonun tuşlarını kazıyor. Dijital iletişimin sahte ışığına aldanmış; kafasını kaldırıp güneşi, burnunun dibindeki insanı, aynada kendisini görmüyor.
İktidarlar siyaset alanını daraltma üzerine kurulmuş. Siyasetçi zaten politika yapmıyor; yapıyormuş gibi görünüyor. Bunu işi bellemiş. Ne kadar “devrim” derse o kadar gericileşiyor. Ne kadar “parti” derse o kadar şirket patronuna dönüşüyor. Ne kadar “millet” derse o kadar sülaleci oluyor. Ne kadar “vatan” derse o kadar yabancı bandıralı gemilere sığınıyor.
Şimdi bir de başımıza “siyaset bilimciler” çıktı. Marks’ın “Bilimsel Sosyalizm”inden ilham almış gibi kasılıp duruyorlar. Siyasetin yanına bir de bilim yazınca kendilerini bilim insanı zannediyorlar. Oysa sosyal bilimler bile daha iki asır önce icat oldu. Bugün dahi birçok kolunun hangi bilimsel disipline bağlı olduğu tartışma konusudur.
Siyaset Bilimciliği hangi bilime hizmet ediyor? Anket yapmak, toplumun nabzını ölçüp, analiz etmek, ya da tarihte gerçekleşmiş bir olayı değerlendirmek için böyle bir unvana neden ihtiyaç olsun belli değil. Açık olan şey, bunların tümünün belli iktidar ve güç odaklarının tezlerini sistemleştirmekle görevli olduklarıdır.
Siyasal akım ve partilerin mensubu olan kişilere bakıyoruz. Aslında bunları birey olarak değerlendirmek mümkün değil. Çünkü grup psikolojisiyle hareket ediyorlar. Bu yüzden bireyde olabilecek vicdan ve bilince sahip değiller. Bir genellemeyle, tüm bu siyasal kılıflı grupları “tarikat” olarak değerlendirmek mümkün. Öyle ya, bir tarikat yaratmak için illa ki kitaplı bir dine inanmanız gerekmez. Çünkü nasıl bir tarikatta vatandaş aklını, fikrini, izanını, iradesini teslim etmişse bu gruplarda ya da partilerde olanlar da aynı durumda. Hayatlarının merkezine bunu totem gibi yerleştirmişler ve ona aykırı gelen her şey tabuya dönüşmüş. Sorgulama yeteneklerinin yerini ise sızlanma ve dedikodu almış.
Aslında toplumsal olan her şeyin temelinde adalet ve bireyinkinde de vicdan var. Bu siyasetlerin mensubu olan gruplarda kendilerine dönük en ufak bir adalet sorgulaması yoktur. Korku ve linç vardır. Böyle bir grupta vicdan ve bilinç asla gelişmez.
Buralardan “siyaset aklı” çıkmaz. Çıkarsa yine toplumdan çıkacaktır. Fakat yine de o akıl bu mahallelere uğrar mı işte onun hiç garantisi yok.