Türkiye’de kamu mallarının özelleştirilmesi ilk defa 1980’lerin ikinci yarısında gündeme gelmişti. Turgut Özal hükümeti bir yandan zarar eden KİT’lerin elden çıkartılmasını yani özelleştirilmesini isterken diğer yandan da Boğaziçi köprüsünün gelir ortaklığı senetleriyle satışını öneriyordu. O dönemin Halkçı Parti lideri Necdet Calp ile Turgut Özal arasında 1983 seçimleri öncesinde televizyon ekranlarında “Satarım / sattırmam” şeklinde çok sert tartışmalar yaşanmıştı. İkinci defa seçimi kazanan Turgut Özal, 1985’te Sümerbank’ın Iğdır Dokuma tesisini Aras Tekstil’e 6. 7 milyon dolara satarak ilk özelleştirmeyi gerçekleştirdi. O günden bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm hükümetler de mal bulmuş mağribi gibi halkın ortağı olduğu KİT’leri satmaya, özelleştirmeye devam ettiler.
CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun, 21 Haziran 2017’de dönemin başbakanı Binali Yıldırım’ın yanıtlaması talebiyle verdiği soru önergesinde 2002 -2017 yılları arasında özelleştirilen KİT’ler ile satışından elde edilen geliri sormuştu. Dönemin Maliye bakanı Naci Ağbaba’nın verdiği yanıta göre 15 yılda 10 liman, 81 santral, 36 maden sahası, 40 tesis ve işletme, 3 bin 483 taşınmaz, 3 gemi ile araç muayene hizmetlerinin satışından 59 milyar 558 milyon 225 bin dolar gelir elde edilmişti. Son dönemlerde Şanlıurfa, Hortum, Adıgüzel ve Kemer, HES’leri ile MPİ’nin satışından da elde edilen gelirlerde eklendiğinde en büyük özelleştirmelerin AKP döneminde gerçekleştirildiği görülecektir. Artık satılacak bir şeyimiz kaldı mı bilmiyoruz fakat “AB Uyum Yasaları” adı altında gerçekleştirilen özelleştirmeler, 19. Yüzyıldaki imparatorlukların özellikle de Asya ile Afrika ülkelerini bölmek ve zayıflatmak için ilk defa Sykes -Picot anlaşmasıyla uygulamaya koydukları prensibe dayandığını söylemek yanlış bir saptama olmayacaktır.
Tanıksız, sanıksız sanal duruşma
Konuya böyle bir girizgâh ile başlamamın nedeni, araştırmacı yazar Yılmaz Dikbaş’ın“Vatanı Satanlar” adlı kitabında“Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçlamasıyla açılan davanın, dolayısıyla da dengeli, eşit olması zorunlu olan yargı terazinin iki kefesinden hangisinin ağır bastığını iki somut örnekle kamuoyunun ilgisine ve bilgisine sunmaktır. Türkiye’nin 35 yıllık özelleştirme sürecini tüm detaylarıyla anlatan araştırmacı yazar Yılmaz Dikbaş hakkında İstanbul Anadolu C. Başsavcılığının 05 /09 / 2019 tarih ve 2019/46341 Esas sayılı iddianamesiyle, sanığın eylemine uyan TCK’nın 299/1 -2, 53. maddeleri gereğince cezalandırılması istemiyle dava açılmıştı. Benim de okuduğum kitapta, vatanın satılması anlamına gelen özelleştirmeler sonucunda Türkiye’nin temel besin maddelerinden, yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine, yer altı ve yerüstü madenlerine, fabrikalarına, işletmelerine, tarım topraklarına bankalarına, hava limanları ile deniz limanlarına kadar her şeyin özelleştirme kılıfı altında satılarak dışa bağımlı hale getirildiği tüm detaylarıyla anlatılıyordu. Uzun yıllara dayanan dostluğumuz, hukukumuz olan Dikbaş’tan davanın süreci hakkında da bilgi alıyordum.
Normal, usule uygun başlayan davanın ilk duruşması Antalya Adalet Sarayı, 33. Asliye Ceza Mahkemesi’nde 15 Ekim 2019, saat 09: 50’de başlıyor. Avukat yardımı almayan, savunmasını sözlü olarak yapan Dikbaş ayrıca yazılı savunmasına belgeleri de ekleyerek mahkemeye sunuyor. Hakkında verilecek hükmün geri bırakılması ile verilecek cezayı kamuya yararlı işlerde çalışarak tamamlaması hususunda yargıcın önerilerini, davadan beraat edeceğine inandığı için kabul etmiyor. İddianame okunuyor, savunmalar yapılıyor ve tutanaklar tutularak birinci duruşma usule uygun olarak sonra eriyor. Fakat sonra ki süreçte yani ikinci duruşmaya davacı, davalı, mağdur, sanık, şahit avukat falan vb taraflara tebliği edilmeden sanal yani gerçekte olmayan, hayali bir duruşma yapılıyor. Yılmaz Dikbaş ise çağrılmadığı ikinci duruşmanın yapılarak hükme bağlandığını ancak kendisine posta ile gönderilen gerekçeli kararla öğreniyor.
Terazinin kefesindeki ağırlık
Kamuoyunun yargıya olan güvenini derinden sarsacak bu dava aynı zamanda hukuk sistemindeki eşitlik ilkesinin bizzat hukuk adamları tarafından ihlal edildiğini göstermesi bakımından emsal oluşturacak bir davadır. Çünkü yasaları uygulamakla hükümlü savcı Lokman Kazan, CMK /182 -222 ile 191/1 maddelerinde “kural olarak hazır bulunmayan sanık hakkında duruşma yapılamaz” şeklinde açıkça belirtilmesine rağmen sanığa tebliğ edilmeyen bir duruşmayı yoklama yapmadan gerçekleştirerek hükme bağlıyor. Hükmün gerekçesini ise Dikbaş’ın mahkemeye sunduğu yazılı ve sözlü savunmasına“…Sanık suçu işledikten sonra yargılama sürecinde gösterdiği pişmanlık göz önüne alınarak…” şeklinde tadilat, eklemeler yaparak hazırlıyor. Oysa Dikbaş, ilk duruşmada verdiği yazılı ve sözlü savunmasında suçlamaları kabul etmediği gibi pişmanlığını gösterecek herhangi bir ifade kullanmıyor. İnsan haklarına atıfta bulunarak açıklanan hükmün gereğince suçun sabit olduğuna, 1/6 oranında arttırılarak sanığın 1 yıl 2 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına, sanık kabul etmediği için cezanın geri bırakılmasına yani hapis isteminin ertelenmesine, soruşturma, kovuşturma ve avukat masraflarının sanıktan alınmasına karar verilerek PTT ile Yılmaz Dikbaş’a tebliği ediliyor. Özetle; davalının, davacının, sanığın, tanığın, şahit ve avukatın çağrılmadığı sanal bir duruşma düzenlenerek sanığın gıyabında gerekçeli karar verilerek dava hükme bağlanıyor.
Tam anlamıyla “sarayın adaleti” dedirtecek benzer bir süreci, gelen tehditlerden dolayı Beykoz 4. Asliye Ceza Mahkemesi’ne 20.06 2019’da tüm delilleri sunarak suç duyurusunda bulunduğum davada yaşadım. Benim de hazır bulunduğum ilk duruşma 21.11.2019, Saat: 10.35’te yapıldı. E-devlet üzerinden takip ettiğim davanın ikinci duruşmasının tıpkı Yılmaz Dikbaş davasında olduğu gibi sanal bir duruşmayla 30.04.2020, Saat: 09: 45’te yapılarak 19.11. 2020, Saat: 09: 35’e ertelendiğini öğrendim. Oysa bu ikinci duruşma günü bana P.T.T veya e-posta ile tebliğ edilmemişti. Bu son duruşmada tebliği edilmemişti fakat e-devlet üzerinden takip ettiğim için öğrenebilmiştim. Vermiş olduğum bu iki örnek dava bir istisna falan değil, sözde yargı reformu adı altında hukukun topla ördeğe dönüştürüldüğünün somut kanıtlarıdır. Çünkü dava konusu olan “Vatanı Satanlar” adlı kitapta isimleri geçen Namık Kemal Zeybek, Abdüllatif Şener ile Saadettin Tantan da yargıya başvurarak kitabın toplatılmasını, yazarı Yılmaz Dikbaş’ın da cezalandırmasını talep etmişlerdi. İddia ve taleplerinin tümü, C. Başsavcılığı Basın Suçları Soruşturma Bürosu tarafından 31.05.2019’da reddedilmiş, ek kovuşturmaya da gerek olmadığına karar verilmişti.