Dünya bankası ile IMF 1990 ile 2000 yılları arasında su kaynaklarının özelleştirilmesinin başta Latin Amerika ile Afrika olmak üzere yıkıcı sonuçlarından yola çıkarak insan tarafından üretilmeyen doğal bir varlık olan suyun insanın en temel hakkı olduğuna işaret ederek devredilemez ve özelleştirilemez olduğunu hukuki teminat altına almıştır.
Aynı zamanda kamusal bir varlık olan su, devlet’in hüküm ve tasarrufu altındadır. Ancak bu tasarruf yetkisi, çevresel dengeye uygun olarak, kamu yararı çerçevesinde kullanılır, devredilemez ve özelleştirilemez.
Söz konusu yasanın 3. Maddesinde, su varlığının enerji amaçlı kullanımında çevresel dengenin bozulmaması ve su havzalarındaki doğal akışın değiştirilmemesinin esas olduğuna dikkat çekiliyor.
Fazla değil 2030’lu yıllarda dünyada ciddi bir su sıkıntısının başlayacağını duyuran İngiliz Kraliyet Akademisi, CIA, DTÖ, IPCC, Idea Unıversal gibi kurumlar düzenledikleri su forumlarıyla tedbirler alıyor, su yasasına yeni maddeler ekliyor.
Yılda kişi başına düşen bin 519 m3’lük su miktarı ile su sıkıntısı çeken ülke konumundaki Türkiye’de ise AKP iktidarı su havzalarını kılcal damarlarına kadar kurutacak HES projeleriyle uluslar arası hukuka aykırı olarak insanın temel hakkı suyu ticari meta haline getirerek özelleştirmekle kalmıyor, doğal felaketlerin de zeminini hazırlıyor.
Çünkü HES projesinin her birinde suyu bir yerden başka bir yere taşımak gerekiyor. Dolayısıyla kilometrelerce servis yolu açmak için coğrafyanın tahrip edilmesi, onlarca hafriyatın çıkması ve buna bağlı olarak da ekolojik yapının bozulması kaçınılmaz olacaktır.
Dışa bağımlılıktan kurtulma yalanı
AKP, 2004’ten beridir uyguladığı HES (Hidro Elektirk Santral) projelerine temel dayanak olarak enerjide dışa bağımlılıktan kurtulmayı gösteriyor ancak bu gerekçe gerçekleri yansıtmıyor.
AKP’nin 2005 ile 2015 arasında tamamen özelleştirme üzerine kurulu projeleri kapitalist sistemin sürdürülebilirliğini sağlamaya yönelik uygulamalardır. Tamamen iktisadi temelli değiştirilen yasalar ve yönetmenliklerle çıkartılan turizm teşvik kanunu, orman kanunu, milli parklar yasası, mera ile maden yasasının yanı sıra taş ve maden ocakları, balık çiftlikleri, imar ve kentsel dönüşüm, tarım alanları gibi kamuya ait olan ne varsa özelleştirilerek elinden alınmıştır.
HES projeleri de bunlardan birisidir. Tabiat varlıklarını Kültür Bakanlığından alıp Çevre ve Şehircilik Bakanlığına bağlanmasının nedeni de budur.
Daha şimdiden su kanal ve havzalarının % 94’ü, su kullanım hakkı anlaşmalarıyla DSİ’nin elinden çıkmış, küresel şirketlerle yerli çantacılara 49 yıllığına kiraya verilerek özelleştirilmiştir.
HES projelerinin uluslar arası boyutta baktığımızda bu gerçek daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü suyun özelleştirilmesini teşvik eden Dünya bankası “Country by Conutry Water Privatization” yani “Ülke ülke suyun özelleştirilmesi” projesiyle kredi dağıtmaktadır.
Bunun en canlı kanıtı DSİ’ye gelen su kullanım hakkı taleplerinin incelenmeden ve sadece enerji işini özel şirketlere devretme anlayışıyla vermesidir. DSİ’den su kullanım hakkını bedava alanlardan kimileri yatırıma yönelirken kimi çantacılar da su arayan firmalara elindeki su kullanım hakkını büyük meblağlarla satarak büyük rant sağlıyorlar.
AKP’nin HES projelerindeki ısrarının, siyaseten kendilerine yakın olan sermaye şirketlerine rant sağlamanın yanı sıra uluslar arası sermayeyi teşvik amaçlı olduğunu DSİ’nin kendi sitesindeki verilerde doğruluyor.
Amaç; uluslar arası sermayeye teşvik ile rant
DSİ, aktif olarak çalışan 644 HES’ten 2018’de toplam 300 milyar kwh enerji üretildiğini ve bunun % 20’sinin HES’lerden elde edildiğini söylüyor. Basit bir hesaplamayla, Türkiye’nin yıllık enerji ihtiyacının 300 milyar kwh olduğunu varsayacak olursak dışa bağımlılıktan kurtulmak için en az 3. 200 HES’e ihtiyacı vardır.
Ancak bu sayıda HES’in kurulabilmesi için yeterli su kaynağı yoktur. Bu durumda mevcut su kaynakları kılcal damarlarına kadar kurutulsa bile Türkiye’nin elektrikte dışa bağımlığının kurtulması da mümkün görünmüyor. Aksine Türkiye yakın zamanda enerjide tamamen dışa bağımlı hale gelirken ekolojik denge tamamen bozulacak ve çölleşme başlayacaktır.
Bunun da göç, yoksullaşma gibi önlenemez sosyolojik sonuçları olacaktır.
Bu gerçeklere rağmen AKP, kendi içinden gelen itirazlara rağmen HES konusundaki yalan ve ısrarını sürdürmeye devam etmektedir. Dönemin Çevre ve şehircilik bakanı Erdoğan Bayraktar, TBMM Plan ve Bütçe Komisyon üyelerinin sorularını yanıtlarken bu işin HES’lerle olmayacağını, ufak dereleri mahvettiklerini, 10 megavattan aşağı HES’lere kesinlikle izin verilmeyeceğini söyleyerek hatalarını itiraf etmekle kalmamış, bu konuda kamuoyuna söylenen yalanı da doğrulamıştı.
Aynı toplantıda CHP Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal ise ülkedeki tüm su kaynaklarının üzerine HES kurulsa bile Türkiye’nin yıllık enerji ihtiyacının ancak % 5’ini karşılayabileceğini söylemişti.
O halde sorumuzu bir kez daha tekrar edelim; mevcut gerçekler böyleyken enerjide dışa bağımlılıktan kurtulmak mümkün mü? Elbette ki değil. Amaç, siyaseten kendilerine yakın sermaye çevrelerine rant sağlamanın yanı sıra çökerttikleri ekonomiye can simidi arayışlarıdır.
Karadeniz’den sonra Kura’yı da kurutacaklar
AKP’nin, özellikle de 2013’ten itibaren termik santral projelerine ağırlık vermesinde etkili olan nedenlerin başında ekonomi gelmektedir.
Çünkü yerelde kurmaya çalıştıkları sermaye ağlarının stratejik öneminin azalmasıyla çok uluslu şirketlere yönelerek uluslar arası finansman ortağı aramak zorunda kaldılar. Daha net ifadeyle, HES projeleriyle uluslar arası sermayeleri Türkiye’ye çekmeyi planlayan AKP, kamuoyundan bu gerçeği gizleyerek enerjide dışa bağımlı olmaktan kurtulma yalanını söylüyor.
Oysa gerçekte su kaynaklarının üzerine HES’ler kurarak halkın temel hakkı olan su kullanım hakkı bölge halkının elinden alınmaktadır. Çünkü santralin işletme hakkını alan sermaye şirketleri o bölgenin yalnızca yer altı suyuna değil dağına, ağacına da sahip oluyor.
Şu zamana kadar tamamlanan 203, yapılması planlanan veya çalışma aşamasında olan 143 HES ile en çok HES sayısının bulunduğu Karadeniz bölge halkı karşı eylemler, kampanyalar sürdürürken Rize’nin Handüzü Yaylası Koruma Derneği de HES’lerin iptali içi dava açarak hukuki süreci başlattı.
Ancak ne yazık ki Karadeniz halkı HES gerçeğini çok geç fark etmiştir.
Ardahan halkı ise HES gerçeğini kısa sürede fark etmiş, Ardahan’ın Kura nehri suyunun bir bölümünü Çoruh nehrine taşıyacak projeye karşı “Kura Ardahan’ındır” eylemi başlatarak direnç oluşturmuştur. Zaten ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalı Ardahan’da tarım ve hayvancılık bitirildi, şimdi de su kaynakları özelleştirilerek yoksulluk ve göçü daha da derinleştirecekler.
Ortak kaygıları taşıdığım “Ardahan Kura Nehrini Koruma ve Tanıtma Derneği”nin temel insan hakkındaki bu onurlu eylemine destek çıkarken rant projesine karşı itirazlarınızı eylemlerle sınırlı tutmamasını, iptal davası açarak hukuki zeminde de sürdürmelerini öneriyorum.