Siyasetcafe.com yazarı Özgür Uyanık, 'Devlet Partisi' başlıklı bir yazı kaleme aldı.
İşte o yazı;
Türkiye görünüşte muhalefet ve iktidar olarak ikiye bölünmüş durumda. Ancak bu saflaşmada iki ayrı programdan söz etmek mümkün değil. Hatta Partiler üzerinden bir tartışma bile yürütülmüyor. Muhalefetin adayı kendi partisinin adını anmamaya dikkat ediyor. Bu ayrımı çağrıştıracak her konuda tam tersi bir tutum içinde olduğunu özellikle belirtiyor. Israrla belirtiyor; havuzlar haremlik-selamlık olacak, belediye tesislerine kesinlikle içki sokulmayacak! İmamoğlu, CHP’nin Cumhuriyetin kuruluşundan beri temel prensibi olan çağdaş toplum yaratma ülküsünü hatırlatacak her şeyi reddediyor.
Birçok laiklik yanlısı kişi onun “takiye” yaptığını düşünüp kendini avutuyor. Zira “muhafazakar kapitalist” söylemli birini “dinci kapitalist” söylemli ötekine tercih ediyorlar. Beklentileri, “muhafazakarlara” kendini kabul ettirdikten sonra fazla göze batmadan kamu hayatını çağdaş normlara kavuşturacağı yönünde. Nasıl olmuşsa, çağdaş toplumun “gizlice” kurulabileceği gibi bir fikir kafalarına yerleştirilmiş.
İktidar ve muhalefetin ortak paydalarından biri de “devleti” en iyi kendilerinin savunacağını iddia etmeleri. İktidar “beka” tartışmasını bu sebeple açmıştı. Muhalefet zaten iktidara sürekli “bu devleti yedin bitirdin” diye bağırıyor. Fakat her ikisi de mevcut sistemi savunuyor. Örneğin muhalefet özelleştirmeye, kentsel dönüşüme, borç ekonomisine karşı değil. Her ikisi de HDP seçmenine “öpücük” göndererek oy avcılığını hassas bir alana kaydırmış durumdalar. Üstelik “devlet” de bundan rahatsız gibi görünmüyor.
Çok partili rejime geçtiğimizden bu yana sandık siyasetinde yazılı olmayan bazı kuralları var. Birincisi siyasetçilerin yapamayacakları, hatta yapmaya cesaret edemeyecekleri şeyleri rahatça konuşmalarına olanak sağlanması. İkincisi aslında devletin yapmaya karar verdiği şeyleri kendi marifetleri gibi söylemeleri. Bu iki kural arasındaki farkı ancak “devletle” içli dışlı olanlara bilir. Fakat bazı şeyler alenidir. Örneğin başörtüsü yasağı AKP gelmeden çok yıllar önce yürürlükten kalkmıştı. 28 Şubatta birkaç elitist uygulamayı saymazsak devlet çoktan bu yasağı kaldırmıştı. O yüzden AKP döneminde devlette yasağın kalkmasına karşı bir direniş olmadı, aksine başörtülü eşler öne çıkarıldı.
Yıldırım’ın “Kürdistan” söylemi gibi İmamoğlu’nun Kürtlere göz kırpması da “devleti” rahatsız etmiyor. Çünkü herkes biliyor ki İmamoğlu bir fikir ve mücadele adamı olarak gelmiyor. Söylemleri HDP’lileri manipüle etmeye yaradığı sürece sorun addetmiyor. Hatta belki de “Kandildekileri” bile “CHP adayı bir Karadenizliye” destek mesajı vermek zorunda bıraktığı için devletin lehine görülüyordur.
Aynı şey batıyla ilişkiler için de geçerli. Bir Karadenizli BOP eşbaşkanlığından istifa etti, öteki Karadenizli aldı. Üstelik bu ikincisi ilki gibi alt sınıftan gelen bir kavga adamı değil. Sisteme muhalif olacak bir ideolojiden yoksun ve daha şimdiden hakkında yeterince dosya açılacak kadar paraya, ticarete bulaşmış birisi.
Bugün halen Türkiye’nin en güçlü partisi devlettir. Bütün siyasi partiler içinde Amerikancısından Rusçusuna en güçlü kanat devlettir. Çünkü bizde hemen tüm siyasi partiler ordu kökenlidir. Hiçbir zaman kendi başlarına fikir ve politika üreten merkezler olmamışlardır. En beceriklisi nema dağıtarak iktidarını korumuştur. Politikaya bulaşmışlar ama devletin ve toplumun geleceğine yön verecek siyasetler inşa edememişlerdir.
Önceki hafta Nagehan Alçı’ya “Tuhaf şeyler oluyor Ankara’da” dedirten şey yönetme kapasitesini yitiren iktidarın ipleri iyice “devlet partisi”nin eline vermiş olmasıdır. Korktuğu şey ise “yumuşak bir geçiş” hazırlığıdır. Alçı “iyi saatte olsunlar’ geçmişten ders almış şekilde artık darbeci ve sivil hükümeti devirmeci eğilimlere girmiyor. Bilakis seçilmiş hükümeti koruduğunu söylüyor ama istediği politikaları da yaptırabildiği kadar Erdoğan’a dayatma eğiliminde” diyor. Nagehan hanım, NATO tartışmalarından İmamoğlu ile Yıldırım’ın aynı masaya oturtulmasına kadar tüm gelişmeleri buna bağlamaktadır.
Fakat yanıldığı bir şey var: “Devlet Partisi”nin gücü elindeki silahtan değil doktrininin sağlamlığından geliyor. Korktuğu şeyde ise haklı: Yetmiş yıllık NATO egemenliği çökerken onun ideolojik ittifakları da yıkılıyor. Bu noktada en büyük kırılma Türk Milliyetçiliği ile İslamcılar arasında yaşanıyor. Akit’in haber müdürüne atılan dayak bu kırılmanın her an çatışma düzeyine gelebileceğini göstermektedir. Deizim tartışmaları boşuna değildir. Türk milliyetçileri zincirlerini kırmakta ve kendi manevi köklerini keşfetmektedir.
Seçime gelecek olursak; İmamoğlu’nun o koltuğa oturtulması, Erdoğan’ın dediği gibi, basit bir ayrıntıdır. Çünkü sistemin merkezine oturtulanın güçlü olmadığını en iyi bilen Erdoğan’dır. Asıl alternatif sistemin dışından gelmektedir. “Mustafa Kemal’in askeri”, genç ve mücadeleci bir lider Türkiye’nin geleceğine hazırlanmaktadır.
ÖZGÜR UYANIK
SİYASETCAFE.COM