Ünlü ve usta gazeteci, yazar ve edebiyatçımız Nihat Genç Odatv’deki köşesinden çok anlamlı bir yazı yazdı.
Nihat Genç’in yazısı şöyle:
Bir,
Naim Süleymanoğlu seninle hep gurur duyacağız.
…
Erzurumlu Emrah’ın: “Tutam yar elinden tutam, çıkam dağlara dağlara”, dilime düştü.
Dilime düştü, Âşık Veysel’in: “Ay geçer yıl geçer uzarsa ara, giyin kara libas yaslan duvara, yanında göğsünden açılır yara, yar gelmezse yaraların elletme”.
Yine giydik kara libas yaslandık duvara.
Yaralarımızı kime göstersek?
EKRANA ÇIKIP ÜÇ-BEŞ KELİME SÖYLEYECEĞİZ, PARAZİTE CIZIRTIYA GÜCÜMÜZ YETMİYOR
AKP ve cemaat ortaklığının Türk medyasında postaladığı ilk yazar oldum, SKY TV’den. Sert operasyon günleri henüz başlıyordu. Sonra, bir ara, sırasıyla ART TV’de, Halk TV’de ve Ulusal Kanal’da konuşmaya başladım, üçünde de gaz bombaları dışarda atılıyorken ben içerde program yapıyordum. Her birinden aldığım para ayda bir-iki liraydı, bu paraları dahi yıllarca alamadığım oldu. Şöhretim, kovulma rekoru kırmak değil, şöhretim TV’lerde en çok yayını kesilen yazar oluşum. Halk TV’de kasıtla ortadan kesilip kaldırılan onlarca programım oldu. Nasıl bir hayat hikayesidir? Sonraki yayın kesintileri sansür değil; rekor “teknik eksiklikler”in, ses, hışırtı, bilgisayar, bağlantı kablosu, yaka mikrofonu, bir türlü önüne geçemezsin. Nice program maddi imkansızlıklar yüzünden yarım kaldı ya da rezil oldu, çoğu, bir türlü iyileştirilemeyen hışırtılara, cızırtılara, parazitlere kurban oldu, insanın içi nasıl yanar, çalış gel, birbirinden güzel hikayeler hazırla, konuşman parazite boğulsun.
Bu hafta yine, Ulusal Kanal’da, hışırtılar yüzünden program rezil oldu, insan nasıl üzülüyor. Orada özveriyle çalışan nice genç arkadaşa insan daha çok üzülüyor. Maddi teknik yetersizler diz boyu, olmuyor. Yıl 2017, ekrana çıkıp üç-beş kelime söyleyeceğiz, parazite cızırtıya gücümüz yetmiyor, boğuluyoruz.
Modern toplum biraz da “takım”, “grup” toplumu, bu uygarlık ortalamasını tutturamayacağımızı, ta başından biliyordum.
BİR DAKTİLO VE SEN, KİMSEYE MUHTAÇ DEĞİLSİN
80’li yılların başında arkadaşlarım kameraya, sinemaya heveslendi. Bir kamera dahi para, bir film ekip işi, bir kısa filmde dahi başkalarının teknik maddi desteğine ihtiyacın var. Rüya görmeyeyim gerçekçi ol, bu imkânsızlıkla yapamam deyip, kendime bir küçük daktilo buldum. Bir daktilo ve sen, kimseye muhtaç değilsin. İlk yazdığım kitapları yayınlamak dert oldu, aman bir yangın olur diye, tek kopyalarını beş uzun yıl öyle sayfaların rengi solana kadar yanımda, çantamda taşıdım. Sonra iyi ki Leman Dergisi’nde başladım, tek satırıma karışmadılar. Odatv’de de aynı bağımsız yazar kuralları büyük bir okuyucu kitlesine kavuşmama sebep oldu.
Yazarlık mesleğimin tek kişilik olması büyük avantaj, önünde daktilo yazıp yolluyorsun, ama, iş TV’ye gelince… Teknik ve maddi destekli bir “ekip”le ortak çalışmalısın.
Bu, ekip, maddi, teknik arızaların başıma geleceğini yedi-sekiz yaşlarımdan beri biliyordum, on yedi-on sekiz yaşlarına kadar çok top oynardık, günde iki üç posta mahalle maçları. O yıllarda efsanemiz Brezilya’nın ünlü forveti, Pele, Didi, Garrinca.
Üçü de topu alır kendi başına, tek başına çalımlaya çalımlaya giderdi.
Sokak maçından dünya şampiyonasına kadar futbol o yıllarda “kişiye” odaklaydı, mesela Garrinca, topu alır çizgi üzerinden tek başına gidebildiği yere kadar giderdi, lakabım da Garrinca’ydı.
Mahallede de öyle top ayağımıza geçince sağımıza solumuza hiç bakmaz dikine hızlı çalımlarla gidebildiğimiz yere kadar giderdik.
Sonra büyük sahaya çıktık, resmi lig maçı oynuyoruz, bana dediler ki, kafanı kaldır sağına soluna bak, pas ver, bu bir “takım” oyunu. İşte orada b.ku yedik.
BU BENCİLLİK BİZİ YAZAR YAPTI
Elli metre topu on kişiyi çalımlayarak kan ter bin zahmetle götürüyorsun, ceza sahası önünde boş bekleyen arkadaşa veriyorsun, o da topa bir çakıyor, kalenin on metre üstünden, ya da topu istop ettirmeyi, saklamayı bile bilmiyor, topu kaptırıyor, haydee, bir daha dön geriye…
Dön geriye demek kolay, bir insan peş peşe kaç depar atabilir, yere yıkılacak kadar yorulmuşsun, dizlerin tutmaz. Orada delirmiş bir kızgınlıkla dönerim topu kaptıran arkadaşa, senin de, oynadığın topun da, .iktir git lan, bir daha seni takıma alanın, seninle top oynayanın…
Taa o yıllardan kazma takım arkadaşlar içime, ruhuma, kemiklerime işlemiştir, ulan ne diye pas veriyorsun, vur kaleye gitsin, o topu ceza sahasına kadar nasıl getirmişiz bir düşün…
Ve içinden yemin edersin, bir daha top ayağıma gelsin kimseye vermeyeceğim, diye, bu bencillik bizi yazar yaptı.
Kanarya kuşu gibi çalımlarla inebildiğin yere kadar in, bir kırlangıç gibi uça uça gidebildiğin yere kadar git, topu kimseye verme, su aygırı gibi arkadaşın senden top bekliyor, çok bekler…
MUHALEFET OLARAK HENÜZ “EKİBE” HAZIR DEĞİLİZ
O mahalle maçları hayatımıza çok şey katmıştır, mahallenin en iyi takımını kur,“ağbi beni de takıma al” diye yalvaran, hatırını kıramadığın tek bir acemi gelsin, koca takımı rezil etsin…
Bitmek bilmez maddi teknik eksiklikler şunu gösteriyor, muhalefet olarak henüz “ekibe” hazır değiliz, taş devrinde yaşadığımız gerçeğini unutmayalım, gücü yeten eline bir taş alıp atsın.
“Veysel, günler geçti yaş altmış oldu…”
Sonrasında ne söylüyor Aşık Veysel: “Ben gidersem sazım sen kal dünyada, garip bülbül gibi ahu zar etme, söyle doğrusunu gel inkar etme…”
Söyleyelim doğrusunu: muhalifler olarak tek kişi çalıp söylenen bağlama kültürünü henüz aşamadık.
İNTERNER SİTELERİNDEN BAŞKA TOP ÇEVİRECEK YER KALMADI…
Bir de…
Bugünlerde Ankara Demirspor’u tutuyorum, maçlar kıran kırana geçiyor, top teknikleri çok yüksek, şaşırdım kaldım, hocam dedim, sanki üçüncü lig değil birinci lig maçı oynanıyor gibi…
“Aynen öyle” dedi, “Yabancı kontenjanından süper ligde oynayan yerli futbolcular aşağı kümeye birinci ligde oynamaya başladı, PTT ligi de yabancı doldu, bu sefer birinci ligin yerli topçuları üçüncü lige kadar düştü, şu an üçüncü lig yerli birinci lig futbolcularıyla dolu…”
Ve başka büyük sıkıntılar da var, üçüncü lig diye öyle kötü acemi hakemler veriliyor ki, kaliteli birinci lig futbolcuları yanlış kararlar yüzünden sahada deliye dönüyor, ustalıklarını gösteremeyince tırlatıyorlar.
Aynısı, dedim, medyamız, yıllarca en üst köşelerde liberal kontenjanından bir milli futbolcu olarak yer bulamadık, internet sitelerinden başka top çevirecek yer kalmayınca biz de tribünleri maharetimizle internete taşıdık.
Bu sadece benim kaderim değil, bir bakın bir taraf yandaş kontenjanı, diğer taraf muhalefet, liberal ya da hem emmeye hem gömmeye gelir kontenjanıyla doldurulmuş.
Ne diyelim: “Veysel, günler geçti yaş altmış oldu”.
Bu saatten sonra bu ligde de yaş sınırı kapıya dayandı, nerede o, kırlangıç gibi topu alıp kaçan genç yazar?
Top ayağımıza gelince, bu topu kime versem kaptıracak korkusu ve tecrübesiyle, bari havalı bir göğüs istopu yapayım, şöyle ayağımda top döne döne çevireyim lafı.
Gol olacağı da yok, kime pas versem biliyorum ıskalayacak, şöyle süslü süslü ara çalımlarla şekil yapalım, yazalım birkaç satır birkaç futbolseverin gönlünü hoş edelim, yahu bu adam toptan anlıyor, desinler, biz de maçın skoruyla değil, bu iltifatların avuntusuyla ömrü bitirelim.
ANNA KARENİNA ROMANI “İYİ”YE KARŞI BİR KADININ VERDİĞİ MEYDAN SAVAŞIDIR
İki,
Roman çağı yüz yıl önceydi; elektriksiz, sinemasız, TV’siz uzun kış gecelerini masal, hikaye anlatarak doldurmak ya da piyano etrafında ailecek şarkılar söylemek ya da saz eğlence meclisleriyle doldurmak, bir yere kadardı.
Tefrika edilen kalın kalın, cilt cilt romanlar özellikle evine hapsolmuş kadınlar tarafından çok okunuyordu. Yüzlercesi ucuz piyasa romanıydı, ancak bazıları kadınların aklını başından alan, maceradan maceraya sürükleyen ve hala dünya edebiyatının en çok konuştuğu muhteşem romanlardı.
Tolstoy’un Anna Karenina romanı çağının en muhteşem aşk romanıdır.
Bir yüz yıl önce Anna Karenina evlilik kurumuna kara isyan bayrağını çekti, o gün bugün Anna Karenina dünya edebiyatının en ateşli en cesur en bozguncu ve aşkına en tutkulu “kadınıdır”.
Anna Karenina romanı hanım hanımcık dünya güzeli bir evli kadının kaçamak aşkıyla yırtıcı vahşi bir kuşa dönüşünü anlatır.
Anna’nın yüksek sınıfının saygın gelenekleri içinde evlendikten sonra balolar, operalar, lüks içinde görgüsü gelenekleri ve ahlaki yasaları, çok sert Rus aristokrat hayatı içinde fırtınalı bir hayatı olur.
Derine inmeyeceğim bu muhteşem romanların sadece bir yönüyle ilgileneceğim, Anna’nın çok iyi bir kocası vardır.
Anna’nın kocası iyi bir aile babasıdır, evine işine bağlı Anna’yı çok sever ve hiç ihmal etmez.
Anna, bu iyi adamı gördüğü andan beri içi rahat değildir, onun çok düzenli, iyi bir insan oluşundan huzursuzdur.
Çok rahat hayata ve bu iyi kocaya rağmen, kocasını bekar bir subayla aldatır, yetmez, bu iyi kocanın yüzüne karşı, üstelik yatağında, başka adamı sevdiğini haykırır.
Anna Karenina romanı “iyi”ye karşı bir kadının verdiği meydan savaşıdır.
Anna’nın altın sarısı yakışıklı subay sevgilisi aklını başından almıştır, ailesine ve çevresindeki dedikodulara karşı her şeyi göze alır.
Kocasını aldattığı için cemiyet içine çıkamayacak kadar aşağılanır…
Anna bir aşk kahramanıdır, aşk gözünü kör etmiştir… İki büyük cilt romanı özetlersek, sonunda sevgilisi “korkak” çıkmış, aşklarına Anna kadar yoğun bağlılık gösterememiştir.
Anna trenin altına atlayarak intihar eder.
NE KADAR TESADÜF…
Ne büyük tesadüf, Avrupa Edebiyatı’nın en büyük klasiklerinden sayılan yine benzer konuyu işleyen Flaubert’in Madam Bovary romanında da (biri aristokrat Rus sarayında diğeri Fransa’nın taşra kasabasında) acayip benzerlikler buluruz.
Madam Bovary’in de çok iyi kocası vardır, kasabanın sevilen ve işi başından aşkın doktoru, Charles.
Ne tesadüf Madam Bovary de iyi kocasının fazla iyi olmasından Anna Karenina gibi çok rahatsızdır. Ne tesadüf Bovary’in de bekar aşıkları olur… Ne kadar tesadüf Bovary’i de aşıkları için her şeyi göze alacak kadar gözü karadır.
Ne kadar tesadüf Bovary’in de bekar aşıkları “korkak” çıkar, ne kadar tesadüf, Bovary de intihar eder.
İyi koca, korkak aşık ve ortada sahipsiz kalan “aşk” ve uğruna intihar eden genç evli kadınlar!
Modern çağın son yüz elli yılına damgasını vurmuş, Dünya Edebiyatı’nın en çok konuştuğu iki kadın, gözü karalıkları, aşklarını sahiplenişleri ve intiharlarıyla dünya tarihinde üstlerine en çok yazı, inceleme, makale, deneme yazılmış iki büyük kahraman: Anna Karenina ve Madam Bovary.
Yalnız ve sıkıntılı evliliklerini aşkla aşmaya çalışan ve ama aşklarına karşılık bulamayıp sahipsizlikleriyle intihardan başka yol bulamayan.
Yedi kat yalnızlığın sürüklediği aşk ve aşkın bir daha sürüklediği yedi kat yalnızlığın intiharı!
Şüphesiz bu romanların muhteşem yazarlarının ve yaşadıkları çağın içinde de toplum baskısı, ucuz ahlakçı, yasakçı çok sert bir taraf vardı.
Bakın, evliyken bir kaçamak yaparsanız sonunuz felaket olur, diye güya ders çıkartmak isteyen bir taraf ve ama romanda denge kurar gibi, çağın katı yasaklarını aşıp, bütün çağlar içinde aşk’ı yücelten kutsayan bir taraf.
Bir yanda kadının cinsellik ve aşk dizginlerini doludizgin açarak, her kadın okuyucuyu kudurtup baştan çıkarttığı sayfalarca gırla gidiyor, bir yandan güya yoldan çıkanı lanetleyerek toplum baskısını onaylayan bir taraf.
Bir nevi yazarlar, kadınların en hassas ve en derin duyguları aşk’ı, kadın kahramanlarının boynuna demir halka gibi atıp, kahramanlarını bu yoğun duygularla boğmuşlar ve okuyucu kadınlarını ürkütmüşlerdir.
Şüphesiz aşk aklın, mantığın, düzenin, geleneğin, dinin, yasakların, toplumun çok dışında kadının en derin en mahrem yerindedir.
İki roman da aşıklarıyla değil aşklarıyla baş edemeyen kadınları anlatır.
AŞK İSYAN HALİNDEDİR
Aşk, bedenlerinin varoluşlarının en derininde engelleyemedikleri kendilerini kudurtan içgüdülerini dizginleyemedikleri yalnızlıklarının boşluklarında asılan bir yerde, aşk, kaderleri ve trajedileridir.
Ve kahramanlarımız bu içgüdüsel vahşi duyguların korkunç geriliminin kurbanıdırlar.
Aşk, iyi koca tanımaz, aşk iyi bir evlilik tanımaz, aşk, rahat bir hayat tanımaz, aşk; gelenek, din, yasa tanımaz, aşk, bir köleliktir ve bu köle, bu çevreye, bu hayata, bu geleneklere “isyan” halindedir.
Özetle aşk, kadının içinden patlaya patlaya fışkıran bir volkandır.
Akıl, mantık, gelenek ve iradeyle durdurulamaz.
DOSTOYEVSKİ’NİN KAHRAMANLARI BİZİMLE GÜNBEGÜN YAŞAYAN KAHRAMANLARDIR
Hatırlayın Dostoyevski romanlarını.
Dostoyevski’nin sara hastası olduğunu da unutmayın. Kahramanlarına yaşattığı sara nöbetlerini de…
Sara hastalığı üzerine Dostoyevski, insan içinden çıkan hırıltılar, başka bir dünyanın çığlığı gibidir, der.
Dostoyevski’nin suçlu kahramanları içinden hep bu “çığlıklar” yükselir.
Kötülüğün pişmanlığın suçluluğun çığlıkları…
Hepimizin içinde yaşayan bazen bastırılan başka insanlık halleriyle, bazen içimizden çıkan “hırıltılar”…
Nedir sara hastasının hırıltıları, hasta kaskatı kesilir hasta hırıltılarını dış dünyayı hiç duymaz.
Tıpkı “aşk” gibi insanın içinden çıkar, ama çıktığı an insan başka bir şey olur, tıpkı aşk gibi beyin, akıl iptal olur ve bir titreme nöbetine, başka bir boyutta başka tür bir insan olursunuz.
Dostoyevski’nin bütün kahramanları cinayet ve suçlarını “akılla” değil, histerik bir içgüdüyle yaparlar, bu yüzden, Dostoyevski’nin kahramanları halen içimizde bizimle günbegün yaşayan kahramanlardır.
AŞK VE CİNAYET AKLIN ALAMAYACAĞI BİR YERDEDİR
Karamazof Kardeşler, babayı ha İvan öldürmüş ha Dimitri fark etmez, babalarını öldürmüştür. Babasını öldüren aslında hepimiziz.
Çünkü babayı öldüren duygular “aklın, mantığın, bilincin” duyguları değildir, bir güdü olarak içimizde vardırlar. Baba katili olmak bir “sara” nöbeti gibi irademiz dışında ortaya çıkar.
İzini sürün bu sara nöbetinin; cinayet de, katillik de aşk gibi “irade” dışında.
Bu romanların yüz elli yıldır dünyayı tir tir titretmesinin sebebi budur, evet, ailesini ve kendini perişan eden aşklar, ama irade dışı insan bedeninin en derininde köklü bir yerindedir. Evet baba katili vardır, ancak tasarlanmamıştır, insan bedeninin en derininde kökü hala bizde bir yerde.
Aşk ve cinayet aklın alamayacağı bir yerdedir.
Zapt edilemeyen bir yerdedir.
Anna Karenina ve Madam Bovary’in aşkları da “sara” hastalığının aynısıdır.
Peki Dostoyevski’nin Budalası Prens Mişkin? Hesaplı, planlı, kurnaz, suçlu, kötülerle dolu bir toplumda “saf” kalmış bir adamın hikayesini anlatır.
Budala, Prens Mışkin’i niçin severiz, içinden geldiği gibi konuşur, kendi aleyhine, zararına da olsa bir zekayla, aklıyla hareket etmez.
Bir nevi akıl kötülerin elindedir, akıl; kâr, zarar, çıkar, menfaat hesabı yapandır, Prens Mışkin’in hayata karşı çıkar, kâr, zarar, menfaat hesabı yoktur.
İçinden geldiği gibi davranması onu toplumun gözünde “budalalaştırır”.
Budalalık da kendi öz saf halimizdir, Budalalık da aşk gibi sara hastalığı gibi çok derinimizde içgüdülerimizin yaşadığı başka tür bir dünyadadır.
Bu yazarlar bizi tutsak eden şey aslında “uygarlık, gelenekler ya da akıl mı” demek isterler?
Bilemeyiz, insanlık bu romanları yüz elli yıldır tartışıyor.
Bildiğimiz, bu yazarlar ”insanın en saf halini” merak ediyor.
Hesapsız, çıkarsız en masum halini…
İnsanın içinde uygarlığın şekilleyip yontamadığı, insanlığın en büyük hazinesi o ilk hali “elmas madenini”.
Romancılarımız ve bu saflığımız ve bu içimizden yırtınarak çıkan vahşiliğimiz ve bu irademizin ve aklımızın engelleyemediği hırıltı ve çığlıklarla, aklı ve uygarlığı yani “bozulan” yerlerimizi tamir etmeye çalışıyorlar.
Neyle tamir ediyorlar toplumu ve uygarlığı, içimizde saklanan en ilkel, en masum, en ham duygularla…
Hayatın bunca kumpasına, bunca hilesine, bunca düşmanına rağmen, bizi insan yapan, bedenimizin o masum hali içimizdeki başka tür dünyalı.
Sen ben hepimiz, işte biz de kumpaslar yaşadık, işte biz de ihanetler, kalleşlikler gördük ve bu romanların gücüyle, kendimizi hayata ve düşmanlara karşı“savunmasız” bıraktık, bir solucan, bir sinek gibi…
İçimizde coşan, patlayan, hesapsız kitapsız bir kudret fırtınaya, depreme, felaketlere, hainlere karşı en açık halimizle direndi.
Bu romanlar, kumpaslara ve ihanetlere karşı plansız projesiz ve bir kasıt taşımayan, insan varlığımızı koruyan kalkanlar insan yüreğimiz ve kabuğumuz oldu, cesetlerinden köprü yapıp geçen Anibal orduları gibi.
Anna’nın ve Bovary’in iyi ve zengin ve saygın kocalarıyla, “iyi” nedir, “zengin” nedir, “saygın” nedir, diye biz de intiharımızı ve yedi kat yalnızlığımızı göze alıp savaştık.
İçimizdeki vahşi kurdu, içimizdeki masum kuzuyu, bu iyiler’e ve bu saygınlığa kurban etmemek için, bu romanlar bize, içimizdeki insana çok ama çok güvenmemizi ve o içimizdeki insandan başka kimsemiz olmadığını öğretti.”
siyasetcafe.com