Odatv'nin önemli köşe yazarlarından olan Nihat Genç, “Bu iki okumamış cahil karı kocanın bir milletin kaderiyle oynamasına izin verdiniz” başlıklı bugünkü yazısında şu ifadelere yer verdi: "Tarihlerin yazmadığı büyük hukuksuzluklar ve hırsızlıkların yaşandığı günler yaşıyoruz, hem hırsızlık yapanların elleri kolları bağlı kendilerini kurtarabilecekleri bir şey yapamaz haldeler, hem de soyulan bizler ve halkımız, elimiz kolumuz bağlı çaresiz seyrediyoruz.
Genç yazıda devamla ülkemizdeki milliyetçilik vurgusuna dikkat çekerek, “Oysa tüm dünyada ‘milliyetçilik’ fikirden önce öfkedir, nereye giderseniz gidin milliyetçilik kabına sığmaz, ülkemiz hariç. Bizim ‘milliyetçilerimiz’ Allah nazar etmesin Allah NATO'larına Amerikalarına zeval etmesin, pek ince, pek kibar pek uygarlar…” dedi.
Nihat Genç’in 14 bölümden oluşan yazısı aynen şöyle:
BİR
Bugünlerde atak ve isyancı ve külyutmaz genç bir edebiyat eleştirmenini okuyor mutlu oluyorum, Taylan Kara, Solportal ve İnsanbu sitelerinde habire ‘liberallerin’ edebiyat ve sanatta ve kitaplarındaki ipliğini pazara çıkarıyor, rezil rüsvay ediyor.
Taylan Kara, bu post modern saçma sapan edebiyatın ruh halimizi nasıl sabote ettiği üzerine konuşurken içinde bulunduğumuz psikolojik iklimle ilgili güzel şeyler de söylüyor.
60’lı yılların ortasında Fakir Bayburt’un ‘Tırpan’ romanından bahsetti, roman, genç bir köylü kızının zengin yaşlı biriyle evlendirilmesini anlatıyor, ve sonunda köylü kızı bu feci durumu kaderi olarak görmeyi kendine yediremez, ve yaşlı kocasını Tırpan’la öldürür.
Taylan Kara dedi ki, bu roman günümüzde yazılsaydı, köylü kızı, kendini ‘asardı’…
Bu saçma sapan romanlar ve edebiyat bizleri nasıl bir ruh haline iteledi ki suçu kendimizde buluyoruz kendimizi öldürüyoruz?
Roman ve konusu şüphesiz bir metafordur, kalkıp başkalarını öldürelim, değil, isyanımızın abur cubur edebiyatın çaresizlik öğretisiyle kendi içimize dönüştürüldüğünü anlatıyor.
İKİ
‘Allah insanı taş yapar’, ‘taş olmak’ deyimi, insanın düşeceği en kötü felaket durumu bir ‘belayı’ tasvir eder.
Ağaç’a balta vurduğunuzda ‘ağaç’ size karşılık vermez, kayaya taşa kazmayı indirdiğinizde kaya ve taş da size karşı gelmez, ağacın da taşın da eli kolu bağlıdır.
İşte tarihlerin yazmadığı büyük hukuksuzluklar ve hırsızlıkların yaşandığı günler yaşıyoruz, hem hırsızlık yapanların elleri kolları bağlı kendilerini kurtarabilecekleri bir şey yapamaz haldeler, hem de soyulan bizler ve halkımız, elimiz kolumuz bağlı çaresiz seyrediyoruz.
Allah, bugüne değin yolsuzluk ve hırsızlıkları kenardan seyreden bir milleti çoktan ‘taşa’ döndürdü.
Ve halkımız hala merakla ‘peki bundan sonra ne olacak?’ diyor?
Daha ne olsun, Allah hepimizi cezalandırdı ‘taş’a döndürdü.
Bunu da benden duyun, öteden beri tartışılıyordu ancak bugün artık kesinleşti, Abdullah Gül, Davutoğlu, Babacan, Cemil Çiçek ve AKP’li kırka yakın vekil yatağı ayrı sermeye peş peşe toplantılarıyla çoktan başladı.
Gün itibariyle AKP artık iki parçadır, Tayyip Erdoğan bu vekillere artık söz geçirememektedir ve medyamız ayyuka çıkmış bu ayrılma toplantılarını Tayyip korkusundan verememektedir.
Görüldüğü üzere, Allah medyayı da taş’a döndürdü.
ÜÇ
Odatv’nin çok sevilen yazarı Müyesser Yıldız harika metaforlarla dolu yazılar yazıyor. Hatırlattı, henüz Annan Planı aşamasında 2004’lü yıllarda Tayyip Bey Yunanistan’a gider ve görüşme sonrası Yunan Başbakanı Papandreu şu açıklamayı yapar: ‘Nihayet karşımızda makul bir Atilla gördük..’…
‘Atilla’ kelimesine dikkat, bugün Amerika’daki dava kime karşı açıldı, Atilla’ya karşı, yani Batı’da Türk denince akla gelen isim: Atilla.
Müyesser Yıldız yazısında, makul halden çıkmış (Atilla’nın) Tayyip Erdoğan’ın Yunanistan’a gidişinin ‘makul hale gelmekte’ olduğunun bir işareti mi diye soruyor!
DÖRT
Bu bölümde ‘Daimi Akıl Hastalığı’ hakkında bilgiler vereceğim.
Daimi Akıl Hastalığı demek, tedavi olunamaz, demek.
O meşhur Büyük Orta Projesi’nin ülkemizde yüzlerce liberali sevinçten çıldırttığı ve üzerine methiyeler düzdükleri günlere gidelim.
Neydi BOP, Amerikan düşünce vakıfları gururla iftihar ve takdim ediyordu, Bop’un ilk maddeleri şunlardı: Etnik bölünmenin önüne geçilecek. Mezhepçiliğin önüne geçilecek. Terörün önüne geçilecek. Diktatörlüğün önüne geçilecek. Demokrasi yerleştirilecek.
Ve bugün sonuç: etnik ve mezhep bölünme dip yaptı, bölünmenin sayısını bilip bölünen bölgeleri haritada gösterebilecek kimse kalmadı, bölüne bölüne umut da kalmadı, dahası, bugünlerde Orta-Doğu’da ‘demokrasi’ diye bir kelime geçiren bir gözlemci bir siyasetçi bir analizci aklı başında tek adam kalmadı.
Çünkü BOP’un gerçek amacı ‘ulus devleti’ çözmekti, ve liberallerimizin ve İslamcı iktidarımızın katkılarıyla başardılar.
BEŞ
Daimi Akıl Hastalığı şu, gözünüzün önünde bunca ülkenin parçalanması bunca insanın ölmesi ve felaketine rağmen, hiçbir şey olmamış gibi, kaldığınız yerden devam ediyorsunuz.
80 öncesi Maraş olayları kimin eseri, Çorum olayları kimin eseri, Yedi Tip’li gencin öldürülmesi kimin eseri, bir düzine Kemalist aydının öldürülmesi kimin eseri, ve 60 ihtilalinden 12 Mart’ına 12 Eylül’üne ve 28 Şubat’ına ve en son 15 Temmuz işgali kimin eseri, ve FETÖ ve PKK kimin eseri?
Amerika ve NATO’nun…
İktidar ve muhalefet hala Amerika’da ve NATO’da diretiyor, bağlılıklarını dile getiriyor, Amerika ve NATO’ya caydırıcı bir dayatmada bulunamıyor, aksine, ‘uygar dünyada yerimiz’ diye NATO’yu kucaklıyorlar.
İşte, Daimi Akıl Hastalığı, budur.
Elleriniz kollarınız bacaklarınızı bir vinç’e benzetin, bedenimizi beynimizle yönetiyoruz.
Bir gün vinç operatörünün makineyi stop ettirip vinçten indiğini gördüm, ve vinçten indikten sonra, vinç kendiliğinden çalışmasına devam etti, operatör korktu, izleyen bizler korktuk, vinç durdurulamaz bir canavar gibi harfiyata devam ediyor, ve daha korkuncu operatörü yok.
Ve neden NATO’da ısrarcınız sorusuna muhalif ve iktidar parti sözcüleri ‘uygar dünyadan kopamayız’ diyorlar, şu ‘uygar dünya?’.
Uygar lafını duyunca, geçenlerde Boğaziçi Üniversitesi’nin davetlisi olarak gelip onur ödülü verilen ünlü yönetmen Bela Tarr’ı hatırladım. Son filmi Torino At’ı saçma sapan bir filmdir, her büyük sinemacının felsefi film yapmak gibi bozuk bir tarafı vardır, Kafka ve Becketvari boşlukta bir kıyamet bekleyen bu film sizi yanıltmasın, muhteşem filmleri ve dizileri vardır.
Damnation dizisi otuzlu yılların ortasında Amerika’da ücra bir kasabada sağ-sol kavgasını anlatır, direnen çiftçilerin çatışmasını anlatır, bir FBI ajanı sağı solu birbirine düşürmek için kasabaya gelir ve olayları kışkırtmak için masum bir anne babayı öldürür, ve ortada on yaşlarında kızları sahipsiz kalır.
FBI ajanı kızı yanına alır, kız anne babasını bu FBI ajanı kadının öldürdüğünü bilmez, bir lokantada yemek yemektedirler, kız çatalı ete geçirirken, FBI ajanı kadın, kızın çatalı tutuş şeklini kaba bulur ve hayat dersleri vermeye başlar.
Çatalı, der, ne kadar aç olursan ol, işte böyle zarifçe ucundan tutacaksın, ve ne kadar aç olursan ol, yemeği ağzına götürürken hafifçe etrafına mutlulukla gülümseyeceksin…
Ve FBI ajanı annesi ve babasını öldürdüğü küçük kıza dersini şöyle tamamlar:
‘Unutma bu dünyada istediğin her şeyi yapabilmen için önce ‘uygar’ görünmelisin…’
Tıpkı filmdeki küçük kız gibiyiz, annemizi babamızı arkadaşlarımızı aydınlarımızı öldüren CIA’dan ‘uygarlık’ dersi alıyoruz, ülkemizi bölüp parçalayan CIA’ya karşı siyasetçilerimiz uygarlık derslerini almış hala ne kadar ‘uygar’ konuşuyorlar.
Halkımızı bölüp parçalayıp öldürenlere karşı öfkemizi yükselttiğimizde ise biz yazarlara ‘aman ne kadar öfkeli ne kadar kızgın’ diye bu öfkemizi sistem dışı dünya dışı uygarlık dışı buluyorlar.
iktidarı muhalefeti halkı öldürülürken aman çatalı kaşığı pek ince pek zarif tutuyorlar etrafa gülücükler yayarak uygar dünyadan NATO’dan yanayız, diyorlar.
Oysa tüm dünyada ‘milliyetçilik’ fikirden önce öfkedir, nereye giderseniz gidin milliyetçilik kabına sığmaz, ülkemiz hariç.
Bizim ‘milliyetçilerimiz’ Allah nazar etmesin Allah NATO'larına Amerikalarına zeval etmesin, pek ince, pek kibar pek uygarlar…
O ne güzel laf Müyesser Yıldız, ‘makul hale getirilmiş Atilla’.
ALTI
Avrupa Birliği topraklarında nihayet bir Türk markası ‘döner’ kapitalizmin en çok övündüğü fast food piyasasını alt üstü, dengeleri değiştirdi. Yunan döneri olarak dahi satılıyor. Türkiye’deki gibi lezizdir değildir, ayrı.
Ancak döner yirmi bin şirkete dört beş milyar dolara ikiyüz üçbin çalışana doğru Avrupa topraklarında büyük bir kabul gördü ve Avrupalılar’ın ağız damak tadını değiştirmeye başladı.
Nihayet bir dünya markanız olmaya başladı ve Mcdonald ve benzeri ayak üstü hızlı yemek markalarını silmeye başlıyordu, ki, AB dur, dedi.
Her gün ve her şekilde denetlendiği halde dönerin taşınması ve bekletilmesinde kullanılan fosfatı fazla bulunmuş, fazla dediği, bir yıl döner yeseniz bir şişe koladan daha az ve ayrıca domuz sucuk ürünlerinin hepsinde zaten kullanılan miktarda…
Büyük sorun şu, üç dört milyarlık bir ciro canlarını sıkıyor, hangi markayı icad etseniz üç dört milyar cirodan sonra o meşhur liberal piyasa size dur diyecektir.
Bu vesileyle şu bizim her sokağımızda açılan Starbucks kahvelerinin kulağı çınlasın…
Nerede o AB’ci solcu liberallerimiz?
YEDİ
Dinimizi kuvvetlendirmek için İslamcı hükümetimiz on beş yıldır her sokağa camii açıyor, Halk Bank’ın sağ yanına camii açtık, yetmedi, Halk Bank’ın soluna da camii açtık, yetmedi, Halk Bank’ın arkasına da camii açtık.
Yine de rüşveti yolsuzluğu durduramadık, bence çözüm, Halk Bankası’nı camiinin içine açmak. Tam namaz kılınan yere Halk Bank açalım.
Ya da rüşveti durdurmak için ülkemizde ne kadar hoca hacı var, her gün beş vakit Halk Bankası’nın önüne getirip toplu dualar yapalım.
İnançlı nesiller yetiştirmek için İslamcı hükümetimiz 15 yıldır imam hatipler açıyor ama rüşvetin yolsuzluğun önünü yine alamıyoruz.
Başımızı böyle bağladık, olmadı, topuklara kadar kapkara giysiler giydik, olmadı, otuz uzun yıl başımızı kapatmanın inancımız için olmazsa olmaz en büyük farz olduğunu söyledik ve yaptık, olmadı.
Bence, Rezzap duruşmasında, Halk Bankası yöneticisi Atilla, savunmasına başlamadan, başörtüsü takmalı. Bütün dünya ve gazeteler inancımıza olan bağlılığımızı görsün.
Ya da, misal, Rezzap her şeyi kağıda şemalar çizerek anlatıyor ya, işte, Halk bankası genel müdürü kağıda bir Kabe çiziversin ve bakan eşlerinin umre trafiğinin yoğunluğunu göstersin.
İslamcı iktidara, yolsuzluk ve hukuksuzluklarından utanmaları için çok zaman verdik, diyanete beş milyar yedi milyar dolar bütçe verdik, yine olmadı.
Birgün olsun utanmadılar ve bu uçsuz bucaksız 15 yılı Kabe ve başörtü görüntüleriyle örtmek ve örtünmek için kullandılar…
Bence de hırsızlıkların üstesinden başımızı örtmeyle altından kalkamadık şimdi milletçe dünyaya karşı bir peçeyle Afganlılar gibi yüzümüzü örtme zamanı geldi.
SEKİZ
Ve neden Amerika’nın bize dava açtığı gibi biz Amerika’ya dava açamıyoruz.
Mesela işte CIA ajanı olduğunu deklare eden ve FETÖ’den tutuklanan Enver Altaylı davası.
Enver Altaylı davası pekala Türkiye CIA’ya karşı davası yapılabilir, Enver Altaylı’nın bir CIA ajanı olarak FETÖ’ye yazdığı raporlar ortada.
Ya da topraklarımız içinde Amerika’nın PKK’ya verdiği bombaları bilmeyen yok, genelkurmay kayıtlarında var, son on yılda Güneydoğu’da bir çok komutan dile getirdi, gözleriyle gördüğünü söyledi, kayıtları fotoğrafları olduğu bir gerçek…
Bulacaksın Güneydoğu’da gezip duran asker sivil bağlantılı bir Amerikalı’yı sen de bir mahkeme açacaksın, teröre destek vermekten yargılayacaksın, üstelik, arkanda Birleşmiş Milletler’in yaptırım kararları var.
Açabilir misiniz, açamazsın.
O halde Amerika’nın Rezzap davası yoluyla Türkiye’yi bağlamak istediği iktisadi ve askeri denetiminin sonuçlarına açıksın, demektir.
Yani köle gibi itaat etmekten başka şansın yok demektir.
Peki ‘köle’ kim?
Son ekonomik krizde bankalar battı ve Kemal Derviş bankaları sağlam kazığa bağladı, bugün esnafın mal varlığı bankaların ipoteğinde, artık batmakta olan esnaf, bir iki yıla kalmaz esnaf sokaklara inecektir, bankaların kölesi (serf) esnaf!
Son seçimlerde büyük şehirlerden muhalefete gelen oyları da medyamız yanlış yorumladı, halkımız cumhuriyetin tehlikede olduğunu nihayet anladı diye analizler yapıldı, bu da yanlış, değişen iflasıyla dibe vurmuş esnaf’tır, yani sorun Atatürk cumhuriyet değil, ‘ekonomiktir’…
Bu yanlış analiz AKP’yi de yanılttı ve Atatürkçü şovlara başladılar. AKP! Atatürkçülük sana göre değil sen esnafın bankalara borcuyla ilgilen, çünkü AKP’yi batıracak olan bankaların kölesi haline getirilen esnaf’tır.
DOKUZ
Neron’un da hocası olan Romalı filozof Seneca’nın lafıdır. ‘Hangi limana gideceğini bilmeyen bir gemi için hiçbir rüzgar elverişli değildir.’
Bu lafım vatan haini Seyit Rıza’nın partisine.
Bazen bir kitaptan daha değerli sözler bulursunuz: ‘Yanlış ellerdeki gücü kendi silahı vurur.’
Tayyip Erdoğan iktidarını kim vurdu, bir zamanlar kendi ellerindeki güç: FETÖ ve Amerika.
Peki Seyit Rıza’nın partisini kim vuruyor, bir zamanlar AKP’nin elindeki güçler vuruyor!
ON
Bir insanın fikrini değiştirmesi ahlaksızlık değildir, ancak, sormak lazım, kimin parasıyla fikrini değiştiriyorsun?
Kendi paranla kitap alıp fikrini değiştiriyorsan, sorun yok.
Sormak lazım, yandaş yazarlar FETÖ’ye ve Amerika’ya karşı fikirlerini kendi ceplerinden aldıkları kitapları okuyarak mı değiştirdiler yoksa ceplerine koyulan paraların sahipleri tarafından mı değiştirdiler?
Bu sorunun cevabını kolayca verebiliriz, şimdi Trump Pentagon’a karşı savaşını kazanırsa bizimkilerin Amerika’ya karşı fikirleri anında yine değişebilir!
Sevgili yandaşlar, bizim fikirlerimiz başkalarının parasıyla değişmez…
Türkiye’ye karşı Rezzap davasıyla emperyalist bir saldırı var mı, var!
Yandaş yazarlar şöyle bağırıyor, o halde bütün anti-emperyalistler Tayyip Erdoğan’ın arkasına geçip emperyalist saldırılara göğsümüzü gerelim…
Sormak lazım, ne ara Türk bayrağını korumak Tayyip Erdoğan’ı korumak oldu?
Ne ara Türk Devleti’ni korumak Tayyip Erdoğan oldu?
Ne ara Türkiye Cumhuriyeti’ni hukukuyla toprağıyla korumak Tayyip Erdoğan’ı korumak oldu.
Bizler, hukuk’un yanındayız, cumhuriyetimizin yanındayız.
Kimsenin, hiçbir siyasi liderin adamı uşağı kölesi paralı askeri değiliz.
Ya ondan ya da bundan yana hiç değiliz.
Bizim emperyalistlere karşı tavrımız paranın yönüne göre hiç değişmez.
ON BİR
2007’de Türk Ordusu’na karşı başlatılan tasfiye operasyonlarla Türk Bayrağı’nı generallerin ellerinden alıp generallerin ellerine kelepçe vurdunuz ve o Türk Bayrağı’nı getirip Reza Zerrab’ın arkasına koydunuz.
Reza Zerrap bir ortaokul mezunu, sanatçı eşi bir ilkokul mezunu.
Bu iki okumamış cahil karı kocanın bir milletin kaderiyle oynamasına izin verdiniz.
Reza Zerrap’ın yüzüne bakın, bir yabandomuzu.
Bu yabandomuzu bankalarınıza girdi ses çıkarmadınız dininizi kullandı bayrağınızı kullandı ses çıkarmadınız.
Şimdi bu yabandomuzunu FETÖ ve Amerika avlayıp önünüze koydu.
Bir din bir millet yabandomuzlarını gördüğü an vuracaktı, yoksa, yabandomuzlarının en önemli özelliği hızla yavrularlar, şimdi bir Rezzap gündemde, tarlalarınızla imarlarınızla partinizde binlerce yabandomuzu yavrulamış, artık hangi birini vuracaksın.
ON İKİ
Fazla değil beş altı yıl önceydi. Bir arkadaşımızın cenaze namazında Kocatepe Camii’ndeyiz. Cuma günü. Cemaat hızla akın akın camiiyi dolduruyor. Aceleye gerek yok koca camii dedim. Şöyle bir kenara sıkışır büzülür kılarız.
O yıllarda çok modaydı, meclis ve bakanlıklar yakın olduğu için siyasiler koruma polisleriyle kafile kafile geliyor… Camii önünde kameralar canlı yayınla Müslüman bakanlarımızın Cuma namazlarını naklen yayınlıyor.
Camii’nin avluya açılan büyük kapısının önü izdiham içinde. Yağmur da hızlanıyor, yahu, dışarda kalmayayım, erkenden dalayım dedim.
Bir bakan geldi, koruma polisleri yumruklaya yumruklaya kalabalığı açıyor korumaları polisleri coşmuş akan bir nehir gibi bizi sürükledi. İzdiham içinde panik yaptım, yahu, dışarda kılarız, sonra sıkma canını dedim. Kalabalık beni duvara sıkıştırdı, adım atamıyorum, geriye dışarı da çıkamıyorum, sırtım duvara çakılı pestilim çıkacak, ayaklarım yerden kesildi öyle duvara asılı tablo gibi kaldım.
Öyle bunaldım ki yahu buradan canımı kurtarayım, boş ver Cuma da kılmayalım, dedim. On-onbeş dakika ite kaka yalvara yakara tam camii kapısına adımımı attım, ki, bir bakan kafilesi daha geldi, koruma polisleri omuz vura vura bir daha içeri sürükledi beni. Camiinin içi ana baba yeri, oturacak yer yok, kılacak yer de yok, yer gök kubbe uğultu ve kürsüde hoca bangır bangır vaiz veriyor. Bu bakanlar ve koruma ordusu nasıl yer buluyor hayret. Diz kırıp oturmaya yeltendim, nafile, daracık yer, değil kendime ayakkabılarımı koyacak yer yok. Temiz halıların üstüne de ayakkabıları koyamazsın tüh ayakkabı koyacak bir naylon poşet akıl etseydim.
İzdiham öyle bir hal aldı ki Allahım buradan kurtar beni, diye yalvardım. Bir adam kapıya doğru bağırdı, içeri adam almayın, boş yer yok diye bağırdı. Yetmedi, bir adam kapının önüne geçti dışarı doğru bağırıyor, içeri doldu, içerde yer yok… Bir adam daha da ileri gitti can havliyle bağırıyor Allahını seven şu kapıyı tutsun, içeri kimse girmesin.
Tam bu an’ı arıyordum, ağbi, müsaade edin, dışarı çıkacağım, dedim. Kendimi dışarı nasıl attım bir ben bilirim bir Allah. Yağmur başladı. Avluda bir gazete parçası bir karton serip namaz kılmak imkansız. Kubbe altları da yavaş yavaş dolmuş vaziyette. Olsun. Bir yer buldum, bir parça gazete bulup önüme serdim, şükür Allah’a, oh be dünya varmış.
Nereye oturdum diye şöyle geriye dönüp bakındım, alt kattaki helaya giden merdivenlere daha yirmi otuz metre var, bu açık alanda inşallah bir izdiham daha olmaz deyip, ezanı beklemeye koyuldum.
Kalabalık nehir gibi akıyor, biri geldi, kartonu serdi, biri geldi kilimi serdi, biri şöyle müsaade dedi, birkaç sıra mecburen arkaya kaydık. İçimden Yunusvari bir sitem geçmedi de değil, Allahım evine camiine geldik bize diz kırıp dua edeceğimiz bir yer açmadın diye.
Yağmurdan da korunmak zorundayım, müsaade de bir yere kadar. O geldi sıkıştık bu geldi yer verdik, dönüp, arkaya baktım, sıkışacak daha ne kadar yer var diye, hela merdivenlerinin ağzına kadar gelmişiz, olsun, namaza şurada birkaç dakika kaldı, olsun. Bu zahmetler bu sıkışıklık bu kalabalık cemaat namazı daha da şevk veriyor, kalabalık beni ittikçe bir iman kuvveti geldi, sormayın. Daha on dakika önce kılmasam da olur diyordum kalabalık kuşattıkça illa da kılacağım diye inadım inancım oldu.
Olsun, olsun, bir yercik buldum buna da şükür, derken, bizim kağıt seccade ıslanmış, olsun, sevabı daha fazladır diye geçirdim içimden, namazın böylesi daha makbuldür…
Bir baktım bir kafile daha kalabalığı yara yara geliyor, koruma polisleri arasında bir bakan arkasından onlarca kamera medya ordusu koşuşturuyor. Önce bir içeri girme yarma harekatı başlattılar, onca koruma polisi kalabalığı yarıp bir iğne deliği bulup içeri giremedi, kalabalığın etten bedeni en kalın kale duvarlarından daha sağlam çıktı, geçit vermedi.
Bağırış çağırış bakan ve polisler kapıda kaldı. Bakanın koruması uyanıklık yapıp diğer korumanın sırtına çıktı oradan trafik memuru gibi yol açmak için talimatlar vermeye başladı. Yağmur bastırdı, bakan, içeri giremeyeceğini anladı, bizim tarafa doğru şöyle bir göz attı.
Ve korumalarıyla benim tarafa yöneldi. Korumaları tam da önüme bir halı seccadeye attı, aynı saftaki cemaat bakanın yanlarına oturmasından milli piyango kendilerine çıkmış gibi sevindi. Halı seccadenin desenlerine bayıldım kaldım. Bir de halı seccade dört dörtlük bayağı yer kaplıyor, bizim kenarları yırtılmış gazete parçasından utandım, mermere yapışıp un gibi dağıldı. Cemaat bir sıra daha geriye çıktı, ister istemez geriye doğru açıldık, önümde gazeteden seccademe kaldırdım, gelmedi, mermere yapıştı, seccademi Allah’a ve cemaate emanet edip ayrıldım.
Korumaları yer açarken cemaat korumalara yer açmak için sanki gizli bir emir almışlar gibi birkaç sıra geriye doğru gönüllüce açılıp çıktılar, gözlerle talimat alınan bu hiyerarşik düzen gözlerimi yaşarttı. Ben de ister istemez bir sıra daha geriye doğru çekildim.
Çıplak yere diz çökmeyi göze alamadım dönüp ıslanmış gazeteden hiç değilse bir parça kopartayım dedim, nafile, gazete seccadem yerini beğenmiş tutkal gibi yapıştı, inat ettim, sökemedim, inat ettim elimde bir parçası kaldı.
Olsun, kılacağımız iki rekat namaz. Geriye bir baktım, tam helanın merdivenine kadar gelmişim. Buradan öte yer de yok, kaldı merdivenlerin kendisi. Olsun, merdivende de kılarız, dedim. Merdivene oturmaya çalıştım, şöyle bir deneme yaptım secdeye varabilir miyim diye, olmadı, düşer gibi oldum, iki dizimi bir merdiveni sığdırmam mümkün değil.
Mecburen ayağa kalktım dikildim. Madem yer kalmadı bari buradan çıkayım dedim, o anda ezan okundu, avluya bakan taraf da sıra sıra namaza durmuş, önlerinden geçmek cemaate saygısızlıktır, olmaz. Öyle ayakta kalakaldım, koca camiide ayakta bir ben kaldım.
Panik yapmadım, Allah, dedim, namaz kılmak için benim niyetimi gördü, kılsam da olur kılmasam da olur, üstelik bu kadar Müslümanın kıldığı namaz da bizim namazımdır, ha ben kılmışım ha bu tertemiz mümin Müslümanlar.
Ama niyeyse ayakta kalmanın garip bir utancı var, insan kendini dışlanmış hissediyor, ya da yahu bu adam niye kılmıyor niye ayakta diye, geriye dönüp bakanlar, var. Cemaati rahatsız edip avluya doğru bir daha denedim, olmuyor, bayağı rahatsız oluyor insanlar, bir daha yol açmak da istemedim, yalandan ellerimi önümden bağladım, bizimki artık namaz değil namaz kılanlara karşı bir saygı duruşu, bir nöbet.
Önümde namaza durmuş cemaati ister istemez süzmeye başladım, herkes dönüp dönüp bakan’a bakıyor. Bakan beyin onlarla aynı safta namaza durmasından çok memnunlar. Sessizce omuz vurarak birbirlerine bakanı gösteriyorlar. İslamcı bir hükümetin bakanı onlarla aynı safta namaza durmuş. Öyle mutlular ki. Sanki cemaat yüz yıl bu an’ı beklemiş. Bakanla aynı safta olmanın huşu yüzlerinden okunuyor. Allahüekberler’i duaları sanki daha bir derin manevi duygularla söylüyorlar, yanlarına bakan bey’i gören cemaat çocuklar gibi şen.
Dönüp dönüp sevinçle Bakan Bey’e bakanların gözleri ister istemez en arkada ayakta duran beni de görüyor. Ancak beni öyle ayakta gören, ne görüyorsa yüzümde halimde, insiyaki olarak önce ceplerini cüzdanlarını yerinde mi diye kontrol ediyorlar. Beni öyle görenler nedense birden ayakkabıları yanlarında mı çalındı mı diye ayakkabılarını şöyle bir daha yanlarına doğru çekiyorlar.
Bence de bana bakıp hırsız mıyım değil miyim diye kıllanmaları çok normal çünkü benim dışımda ayakkabısını çıkartmamış benden başka kazık gibi dikilmiş kimse yok. Tabii sadece dua bilmek yetmez Cuma günü izdihamında kendine bir yer bulmak gibi marifetin de olacak.
Şöyle bir etrafa baktım, gerçekten bir ben miyim ayakta kalan, diye, hayır, bir koruma polisi birkaç metre uzakta o da ayakta, ama elinde Bakan Bey’in ayakkabılarını tutuyor. Koruma polisine acıdım çünkü yağmurun altında ve nasıl bir koruma duygusuysa bakan bey’in ayakkabısı ıslanmasın diye, ayakkabıyı çeketinin altına saklıyor, ah o sahneyi görmemeliydim, hoca Allahüekber derken koruma polisi bakan beyin ıslanmış ayakkabısını çeketinin astarıyla siliverdi.
Çok tatlı çok güzel yağmur yağıyordu, bir yazar arkadaşım ölmüştü, ama, yağmurun ve cemaatin huzuru, duaları, topluca secdeye varışları, Allahüekber deyip topluca ayağa doğruluşları beni bir daha duygulandırdı.
Kılacak yer bulamadığım bu namaz sanki bütün hayatım boyunca kıldığım en güzel en derin beni en sarhoş eden namazdı.
Keşke burada kalsaydı, bakan Bey’i kimdir diye ben de merak etmiştim, hoca, essalamünaleyküm deyip sağ omuza selam verirken, arkadan yüzünü seçme şansım oldu, aaa, bu Zafer Çağlayan.
Yıllar yıllar sonra Zafer Çağlayan’ın kol saati aldığı rüşvetler manşet olmaya başladığında iteklene iteklene omuzlana omuzlana helanın merdivenlere kadar sıkışıp geri çıkıp kılamayıp ayak üstü bitmesini beklediğim, o Cuma namazı geliyor aklıma.
O rüşvetleri duyunca o Cuma namazı o izdiham içinde Allah beni korumuş, dedim, Zafer Çağlayan’la aynı safta namaz kılmamı istememiş, olmalı.
Bugün yaşanan rezillikleri görünce Allah’ıma bir daha şükür ettim, öyle böyle bir şükür değil, nasıl bir şükür anlatamam, Allahım bana, bu insanlarla aynı safta namaz kıldırmadı, diye.
Ey kurban olduğum büyük Allahım, sen her şeye kadirsin, dedim, bizi on beş uzun yıl aç kodun çıplak kodun ama bu rezillerle aynı safa koymadın, sen büyüksün dedim.
Bu öyle derinden bir şükürdü ki Allah da aklıma henüz dört beş yaşında sabah namazını kılan annemin ardından yalandan onu taklit edip kıldığım namazları hatırlatıp beni ödüllendirdi.
Sabahın en sessiz saatinde bir insanın en günahsız en saf çocukluk halinde işte bu üç günlük dünyada annemizle arka arkaya Allah’ın huzurunda ‘saf’ olduğum o günleri…
Hırsızlıklarını dine alet eden, ey cemaat, ne yanınızdan geçerim ne camiinize uğrarım, Allah korusun.
Ey bu hırsızlarla saf tutan cemaat, istediğiniz kadar puşt yalancı hırsız olun, ben annemin arkasından oyundan-yalandan kıldığım o namazları kılmaya devam edeceğim.
Beş yaşında çocuk tabii ki namaz kılmayı bilmez ama Allah beş yaşındaki insana dahi kimle saf tutacağını öğretir!
Amerika ve NATO’yla FETÖ’yle ve PKK’yla saf tuta tuta geldiniz buraya!
ON ÜÇ
Aslında İslamcı iktidara çok şey borçluyuz, hayatlarımızın bir ‘hiç’ olduğunu bize gösterdiği için.
Canımızı yakan feryatlarımızın isyanımızın sadece kendimizi avutmak olduğunu gösterdiği için.
Örgütsüz-kurumsuz insanın hiçbir şey olduğunu gösterdiği için, aydınlanmış insanlar-yurttaşlar olmadan aydınlanma kurumlarının hiçbir işe yaramayacağını gösterdiği için.
Pasiflik ve güçsüzlüklerini yüksek egolarıyla kapatan güya sözüm ona solcuların, pasiflik ve güçsüzlüklerini Türk bayrağı ve Atatürk’le kapatan yüzlerce güya sözüm ona cumhuriyetçilerin acıklı sefaletlerini bize gösterdiği için.
Elimiz kolumuz bağlı oturan pasif ahlakçılık da bir dindir, İslamcı iktidara çok şey borçluyuz, kendini modern çağdaş aydınlanmacı cumhuriyetçi geçinenlerin gerçekte bir ‘ortaçağ’ dininin mensupları olduğu gerçeğini öğrettiği için.
ON DÖRT
Zavallılığımız odur ki hayatlarımız milli piyango satıcısının en çok kullandığı ‘kimbilir’ ve ‘belki’ kelimesine kaldı. An itibariyle ‘kimbilir’ ‘belki’ muhalefet kitlelerin siyaset felsefesi oldu.
Auschwitz toplama kampı sadece Avrupa’nın sessizliğinde milyonlarca yahudinin yakıldığı yer değildir.
Uygarlığın sessizliğinde uygarlığın ortasındaki bu vahşet kampı peşine Ruanda’yı Srebnica’yı Irak’ı peşine Libya’yı Suriye’yi takarak uygarlığın bütün insani değerlerini yok etmeye devam ediyor.
Auschwitz toplama kampına en acımasız soruyu bugün İsrail’deki gençler soruyor, bir şekilde şans eseri ayakta kalmış dedelerine, neden isyan etmediniz, neden karşı durmadınız, diyorlar.
Dedelerinin cevabı, son ana kadar yakılacaklarına bir umut kim bilir diye inanmıyorlar ya da ‘belki’ kurtulabiliriz diye düşünüyorlardı?
Hatırlatmak görevimizdir, Austchwitz kampında sadece milyonlarca insan değil milyonlarca da ‘belki’ öldü…
Nihat Genç