Gazeteci Nihat Genç, Veryansıntv'de '7 şiddetindeki depremi 4’e indiren şeyh' başlıklı bir yazı kaleme aldı.
İşte o yazı;
İsmail Saymaz’ın Şehvetiye kitabı sahtekâr tarikatları inceliyor. 120 sayfalık bu küçük kitap günümüz sapık tarikatları hakkında yazılmış en büyük kitap. Her türlü takdirin üstünde bir kitap.
Ünlü eğitimci Mahmut Makal’ın yetmiş yıl önce yazdığı Bizim Köy kitabı da küçük bir kitaptı. Ve Bizim Köy, Türk aydınlarının romantize ettiği allı turna, zeynep, köy çeşmesi, gitmesek de görmesek de orada bir köy var, imgesini, acı ve çok sert gerçeğiyle paramparça etmişti.
Çünkü Türk aydınlarının uzaktan romantize ettiği köy gerçekte hurafeler hortlaklar cinler şeyhlerle dibi bucağı görünmez ortaçağ karanlığında kalmış yaşadığımız dünya gerçekliğiyle hiç bir yolu bağı olmayan karanlık ve bataklık içinde kalmış bir köydü.
Şimdi soralım, peki, çok kuvvetli gerçek kısa hikayelerle yazılmış Şehvetiye kitabı İslamcı aydınların romantize ettiği tarikat-cemaat gerçeğini tıpkı Bizim Köy gibi paramparça edebilir mi?
Hayır!
Çünkü Türk aydınları gitmedikleri o köyü romantize ediyorlardı ama Bizim Köy’den nemalanmıyordu, oysa, İslamcı aydınlar siyaset ettikleri şekliyle bu cemaat-tarikat ağlarının tam ortasında maaşlanıyorlar. Yaşadıkları nefes aldıkları iklimi inkâr edemez bu insanlık dışı çirkinliklere karşı çıkamazlar.
Sayenizde, Anadolu, tarihi bir felaket eşiğinde, iktidar sayesinde, Anadolu, artık bir dehşet odası.
Bu uyuşturulmuş kafaları başka türlü anlatmam mümkün değil, bu Netflixvari esprilerimi hoş görün.
KÖY KAHVELERİNDE NELER KONUŞULUYORDUR?
İki gün önceydi, bir cumhuriyetçi okurumla sohbet ederken, yazılarımızı beğendiğini söyleyen bir kaç arkadaş daha geldi. Sonra sonra bir şeyhin müritlerini olduğunu öğrendik, hoşbeş, oturduk. O gün de Çankırı’da 4 ölçeğinde deprem olmuştu, lafa “yahu depremi duydunuz mu” diye başladık. Ağzı çok iyi laf yapan tarikatçı arkadaş “duyduk” dedi, sonra tuhaf şekilde “aslında deprem 7’ydi, dörde indirdik” dedi.
Tabii ki kafam gitti geldi, nasıl yani, yedilik deprem dörde mi indi? Huşu ve o derece mutmain bir sakinlikle “şeyhim” dedi, “dün gece depremin yedi olduğunu öğrenmiş ve hemen temas kurup şefaat edip dörde indirmiş”.
Güler misin ağlar mısın? Bu kafa ne cüret üstelik Nihat Genç denen yazarın masasında sallıyor.
Bu hurafeleri bizim yanımızda konuşacak kadar cesaretleri artmış ve zibil gibi çoğalmışlarsa artık Köy Kahvesi’nde ya da cami dernek odalarında siz düşünün neler neler sallıyorlar?
Bu tarikatçı arkadaşa Nihat Genç’le tanışmanın ödülünü vermeliydim.
Karşılık olarak, tarikatçı arkadaşa, “yahu, dedim, geçen yıllarda benim başıma çok garip bir olay gelmişti”.
“Hayırdır” dediler, “cep telefonumu hep sol cebine koyarım, bazen çalar duymam” dedim, “bir ara baktım bir kadın telefon açmış, bağırıyor: ‘Beyfendi beni niye aradınız?’ diye.
‘Hanımefendi ben kimseyi aramadım’ dedim. Kadın telefonda, işte telefonun aramışsınız, dedi.
Kafam karıştı, söyleyecek laf bulamadım, kadın, hemen: ….. (falan) oteldeyim …(adres) dörtyüz dolar, peşin’ dedi.
Yahu ben kimseyi aramadım, o yıllarda cep telefonuna çok da hakim değilim, bir escort(fahişe) kızı telefonum kendi başına nasıl arasın?”
Masadaki müritler iyice kulak verdi, “derken, ayıldım, dün o günlerde aklımdan neler geçiyorsa keyfim yerindeydi. Seninki fermuar altından sertleş, dikiliver. Kafayı kaldırıp sol cebime dokun. Sonra işte başıma gelenler.”
Yanımdaki arkadaş:
-Ağbi senin telefonda escort kızların telefonları mı kayıtlı?
-Yok hayır, bizimki Siri’ye soruyor google’a giriyor, kendi başının çaresini kendisi arayıp buluyor.
Arkadaş makarayı anladı gülmeye başladı ancak müritlerin yüzünden düşen bin para, çok edepsiz ve densiz bu konuşma karşısında ne diyeceklerini şaşırdılar!
“Ne o”, dedim, “o cihaza bu makineye yanlışlıkla bir temas bir dokunmayla hiç tanımadığımız biriyle karşı karşıya gelmek temas mümkün değil mi?”
Tarikatçı adamın nihayet dili çözüldü, “mümkün değil”, dedi.
-Peki senin şeyhin yedilik depremi kimle temas kurup dörde indirdi?
-Rüyasında
-Sorun yok, bizimki de escort kızı ‘rüyasında’ hayal etmiş olamaz mı?
Ortam buz gibi.
Derken, girdik tartışmanın ikinci felsefi aşamasına.
Mürit, “hayırla şerri karıştırıyorsun” dedi. “Şeyhim ümmete hayırlı işler için temas kuruyor, yedilik deprem olsaydı Müslümanlar ölecekti…”
“Aynı şey” dedim, “bizimki de önceden hayal edip temasa çalışıp tecavüz sapıklık gibi sert bir depremi kendince cep telefonuna uzanıp bir temasla önceden yumuşattı.”
Tarikatçı arkadaşların yüzünde, aşırı şaşkın endişeli kafirlerin tam yerine düştük hallenişini bakışını, gördüm.
Espri mi yapıyorum dalga mı geçiyorum anlayamadılar öyle dilleri tutuk kalakaldılar, gitsek mi kalksak mı karar veremediler.
“Bakın” dedim, “bu kocaman ülkede şeyhinizin kerametlerini üfleyecek yer mi bulamadınız, gelmişsiniz yazar Nihat Genç’in masasında sallıyorsunuz.”
“Ben size ciddi bir ilahiyat sorusu soruyorum, bir penis rüya görür mü bir penis hayal edebilir mi, bir penis iradeyi aşıp kendi karar verebilir mi, bunun cevabını verin!”
Allah ne verdiyse giriştim. “Bu hayatta bir kerecikte bu rüyaları hepinizi düzmek isteyen şeyhinizin penisinin iktidar oyunları fantezileri olduğunu anlayın!’
Türbülansa uğramış uçak yolcusu gibi sandalyelerine düşecekmiş gibi sıkıca tutundular.
Neyse, Nihat Genç’le ilk tanışma için bir iki küçük sarsıntı yeter. Tartışma başka yönlere de uzadı, bu sert şakayı bir şekilde yumuşatacak konuşmalar da yaptım, sonunda pek arıza çıkmadan piste indik. Bir yarım saat daha bu lafları ben hiç söylememişim gibi kafamızı düzdükten sonra çekip gittiler, kaldık bir önceki okurumla baş başa.
Okur arkadaş, ezile büzüle:
-Ağbi, nasıl söylesem, seni yazılarını çok seviyoruz, ama bazen çok küfürlü oluyor, ablam kız kardeşim de aynı şeyi söylüyor, şu çirkin kelimeleri biraz azaltsan…
Tabii bu serzenişiyle biraz önceki konuşmamdan Cumhuriyetçi bir okur olarak utandığını da ima etmiş oluyor.
-Bak güzel kardeşim, Amerikan başkanlarının Air Force One uçaklarını bilir misin, tek başlarına en güvenli yerdir, kendilerine tahsis edilmiştir, ülke güvenliği başkanın güvenliği için dizayn edilmiştir, işte, her yazarın konuşması yazısı köşesi, onun Air Force One’dır.
Kendi uçağınızda kendi eyvallahsız hür çırçıplak diliniz yoksa uçamazsınız ve milyonlarca insanın her birinin şeyhlerini uçurduğu bu ülkede mahpus kalırsınız.
Sosyal hayatıyla, medyasıyla hukukuyla askerisiyle işgal edilmekte olan bir ülkede dahi elimiz kolumuz bağlı can havliyle dahi çığlık feryat ana avrat düz gidemiyorsanız, kölesiniz demektir.
Mizah, küfür, her çağda sınırları, zincirleri, kralları, statükoyu, kalın mahkeme duvarları ezip paramparça eden yoksul sahipsiz yalnız insanların tek ve en büyük cephanesidir!
İşgalci kuvvetlere “defol”, “.iktirgit” yerine RTÜK ve hukukun hakaret yasaları gereği ‘lütfen işgaliniz ne ayıp şey rica edeceğim gider misiniz?’ dili ıslah edilmiş köleleştirilmiş evcilleştirilmiş bir dildir, direnemez nefes alamazsınız.
Bu terbiye edilmiş edepli dille işte tarihin en eski canavarlarını yeniden dirilttik, yüzlercesini yumuşacık postlar üstünde bebekler gibi besliyoruz.
Bu canavarların dili diyanetin dili ilahiyatın dili.
Bakın işte evrim geçirmemiş kuyruksuz maymunlar din kurmuş tapınıyor.
Bir de bu kuyruksuz maymunlar kendilerine zorla cebren dinen ayet hadis göstererek “efendi” dedirtiyor.
İnsan yiyen, kadın yiyen, çocuk yiyen, beyin yiyen, medeniyet yiyen canavarlardır bunlar. Devletimiz bu canavarları bakanlıklarına, obruklarına tepe tepe dağ dağ bok yığınları gibi yerleştiriyor; sonra diyanet raporlarında, sonra ekranlarda her akşam bu bok yığınlarını kar kürer gibi kürüyor.
İktidarın kürüdüğü bu canavarların asırlardır beslenme ve dışkılama yöntemleri aynı, hepsi devlet hazinesi ve hukuk ve ahlak yiyor.
İşte bu yüzden, Anadolu kayıp!
Neden Anadolu kasabalarında hâlâ en ahmak en budalalar ayakta kalır. Gidin tekkelerine akıllarınca tarih içindeki başka canavarlarla savaşlarını cengaverce sürdürdüklerini söyleyecekler, hepsi rüyalarına giren peygamberlerden söz edecek, hepsinin torunlarının torunları (şecereleri) Tanrı rolüne soyunuyor, tahtlarda ağırlanıyorlar.
Çoktandır bu canavarların kuluçka yuvaları Devlet.
Devlet, işte diyanet raporları ortada, Kadiri, Nakşi, Menzil, İskenderpaşa, kuluçka yuvalarını muntazamca yan yana diziyor, bakanlık bakanlık kolordu kolordu…
Yapay döllenmeyle, bu canavarları klonluyor, çoğaltıyor.
Ölümsüz olduklarına kainatı yönettiklerine müritlerini inandırmış ölümsüz olduklarına etraflarındaki herkesin iman ettiği şeyhler. İşte ekranlarda konuşan cesetler! Yaşayan bu ölüler veba gibi çoğalıyor.
Bunlarla mı dinimizi yaşayacağız!
İslam’ın drakulaları bunlar, akıllarınca işte cumhuriyeti kazığa çekmiş şimdi de sefasını sürüyorlar.
Yağlı iri kıyım domuz suratlı galeyancı herifler işte şeyhlerinin elindeki kurdelaya tutunmuş günahlarının affolacağına iman etmişler, bunlarla mı savunacaksınız dininizi Anadolu’yu memleketi.
Freud narsizmin, egonun sırlarını çözeli yüz yıl oluyor. Nesne (eşya) sevgisi değil, imge (kendi görüntüsüyle) sevgisiyle delirmiş insanlar. Müritlerine resimlerini verip sabahlara kadar yüz bin kez bakıp bakıp zikir çekmelerini söylüyorlar. Allah ve dinini satarak tatlı ballı hayatı işte bu görüntüler üzerinden satın alıyorlar.
Parasını desteğini veren müritler bu resimlere bakıp mutmain mutlu oluyor, parası peşin verilen bu fahişe ilişkisiyle mi dininizi memleketinizi savunacaksınız?
SİYASETCAFE.COM