Darboğaza soktukları ülkenin sorunlarıyla başa çıkamayan, akılcı çözümler üretemeyen iktidar, 90 ülke ile yaptıkları vize muafiyeti sözleşmesinin ardından Suriyeli göçmenler ve ardından Afganlı mültecilerin düzensiz göçüyle Türkiye’yi gecekondu ülkesi haline getirmekle kalmadı demografik yapısını, sosyal dokusunu da bozdular. Üç haftadan beridir neredeyse Türkiye’nin yarısından fazlası (81 vilayetin 53’ünde yangın çıktı) yanıp kül olurken sözde güçlü görüntüsü vermeye çalıştıkları Türkiye’nin yangına müdahale edecek ekipmana sahip olmadığı, var olanlarında atıl durumda olduğu gerçeğiyle karşılaştık. Durum böyleyken iktidar Somali’ye 30 milyon dolar hibe vereceğini açıkladı. Elbette ki insani yardıma karşı değiliz fakat Somali’de kuraklık felaketi yeni olmadığı gibi Türkiye son beş yılda 500 milyonu aşan hibe yardımında bulunmuştu. Henüz tam olarak kontrol altına alınamayan yangınların ardından sel felaketiyle sarsılan Türkiye’nin finans kaynaklarını felaket tedbirleri için kullanmak yerine Somali’ye hibe olarak verilmesinin sebebini oradaki ihaleleri alan AKP’ye yakın şirketlerde aramak gerekiyor. Çünkü inşaata entegre ettikleri ekonominin iflas etmesiyle ellerinde son seçenek olarak turizm kalmıştır.
Yanan orman arazilerinin ağaçlandırılacağına dair söylemleri inandırıcı olmamakla birlikte TOKİ’nin veya yabancılara özellikler de Katarlı sermaye sahiplerine peşkeş çekileceğini söylemek hiçte yanlış bir saptama olmayacaktır. Çünkü dilenci ekonomisiyle kör, topal buraya kadar idare edebildikleri ekonomiyi yeniden canlandırmak ve döviz açığını kapatmak (Örn: kayıp 128 milyar dolar) için turizme yönelmekten başka seçenekleri kalmamıştır. Bunun için de orman arazilerinin imara açılması gerekmektedir. Bu sebeple doğal felaketleri önleyecek tedbirlerin alınmamış olması, HES projeleri gibi doğanın dengesini bozan, kuraklık ve kıtlığa neden olacak projelerde ısrarcı olmalarının nedenini de bu gerçekler ışığında aramak gerekiyor.
Yabancı tefeciden borç bulmak bile zor
Kamu mallarını, yolları, köprüleri, limanları, havaalanlarını özelleştirme ve kiralama ile yarım yüzyıllığına satan ve bunun yükünü de kamunun sırtına yükleyen AKP’nin borç para bulmaktan başka seçeneği kalmamıştır. Çünkü Morgan Stanley, Standart and Poor’s, Bank of Amerika ve FED gibi uluslar arası kuruluşların yanı sıra spekülatörler yani sıcak para için kapısını çalabilecekleri kuruluşlar bile Türkiye’yi “ekonomisi kırılgan 5 ülke” kategorisine almışlardır. Bunun anlamı da sıcak para ile ekonomiyi idare etmeye çalışan AKP’nin başta IMF olmak üzere yabancı tefeciden dahi borç para bulma, borçlanma seçeneğinin kalmadığını göstermektedir. Gerçek böyle olunca da sıcak para girişini sağlamak için tek seçenekleri turizm ekonomisine yönelmektir. Vize muafiyeti, kontrolsüz göçmen kabulü ve dahası yangının başladığı 28 Temmuz da eş zamanlı olarak orman arazilerinin Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan alınarak Turizm bakanlığına devredilmesi gibi aldıkları kararlar, yukarıda sıraladığım nedenleri doğrulayan gerçeklerdir.
AKP, belediyenin yetkilerini tırpanlayan bu kararla kıyı, göl, dağ ve hatta yaylalara kadar tüm orman arazilerini turizm yatırımcılarına satarak veya kiralayarak sıcak para girdisi sağlamayı düşünmektedir. Resmi Gazete’de yayınlanan kararla eş zamanlı olarak başlayan yangınlarda somut olarak bir gerçek daha ortaya çıkmıştır. Yangın, sel, deprem gibi doğal afetlerin meydana gelmesi durumunda iktidarın hiçbir hazırlığının olmadığı net bir şekilde anlaşılmıştır. Durum şu ki; kendi çulunu sudan çıkartamayan iktidar, tüm vebali ve yükü vatandaşın sırtına yüklerken diğer yandan da ağdalı laflar ederek güçlü görüntüsü verme gayretine girmiştir ancak gerçek şu ki; 2002’de devraldıkları Ortadoğu’nun en güçlü model ülkesi Türkiye’yi bugün Pakistan seviyesine düşürmüşlerdir.
İleri demokrasi, oligarşi ya da monarşi
İleri demokrasi yalanlarıyla laik cumhuriyet ilkelerinden kopartılan ve tüm kurumları yozlaştırılan Türkiye, 2018’de ki sözde cumhurbaşkanlığı seçimiyle ABD’nin önerdiği Başkanlık sisteminin ilk adımı olan yarı başkanlık sistemine geçiş yaptı. Bu aynı zamanda yeni düzene karşı çıkan ve lider olarak biat ettikleri kişinin önderliliğinde gerici küçük bir grubun siyasi gücü eline geçirdiği oligarşi rejimidir. Bu rejim 2018 seçimlerinden hemen sonra parlamentonun işlevsiz bırakılması ve tüm yetkilerin tek adamın yönetimine, denetimine bırakılmasıyla fiilen uygulamaya konulmuştur. Bundan sonraki adım ise Türkiye’yi rejim değişikliğine götürebilmek için anayasanın tamamının revize edilmesi ve Atatürkçü, cumhuriyetçi, gerçek milliyetçi yurtsever kadronun eritilerek azınlığa düşürülmesidir. Tüm ülkeler mülteci sorununa ihtiyatlı yaklaşırken AKP’nin kapıları ardına kadar açması ve mülteci üzerinden duygu sömürüsü yapmasını bu perspektiften değerlendirmek konuyu daha somut hale getirecektir. Çünkü AKP’nin, emperyalizmin bölgesel çıkarları için girdiği ve dağıttığı Irak, Suriye ve son olarak Afganistan gibi ülkelerin enkazını toplamak gibi bir görev edinmesini “mülteci sorunu” olarak değerlendirmek veya yorumlamak son derece yanlış ve yüzeysel bir yaklaşım olacaktır.
Dolayısıyla tüm uyarı ve eleştirilere rağmen ve ülkenin durumu ortadayken BM yardımı dışında imtiyazlar tanınmasının başlıca nedenlerini iki alt başlık altında toplayabiliriz. Birincisi; vize muafiyetiyle başta şeriat rejiminin hâkim olduğu Arap ülkelerinin vatandaşlarına kapıları açarken diğer yandan da bu ülkelerle siyasi, stratejik anlaşmalar yapmak. Böylece azınlığa düşürülen Türklerin etkisi kırılırken Arap kültürü ile şer-i hükümler de yaygınlaştırılarak toplum tarafından kanıksanması sağlanacaktır. İkincisi; asıl hedefleri ve en önemlisi de rejim değişikliğinde bu ülkelerin vatandaşlarına imtiyazlar tanıyarak bağımlı hale getirmek ve militan olarak kullanmaktır. Bu açıdan bakıldığında meselenin özü daha iyi anlaşılacaktır. Türkiye’deki mülteci konumundaki Suriyelilerin ve Afganlıların eylemler yapmasının, şeriat çağrıları yapmasının, hırsızlık ve tecavüzlerinin göstermelik müdahalelerle geçiştirilmesinin ve hatta imtiyazlar tanınmasının başlıca nedeni yukarıda belirttiğim iki temel amaç üzerinden yürütülen siyasi hesaplarıdır.
Apo’dan sonra Taliban ile zihniyet anlaşması
Açılım sürecinde Abdullah Öcalan ile vizyonunun % 95 uyuştuğu söylenen Erdoğan Taliban ile aynı zihniyette olduğunu da “Taliban ile bu süreci görüşmek suretiyle… Nasıl ki Amerika ile görüştülerse, Türkiye ile bu görüşmeleri daha rahat yapmaları gerek. Çünkü Türkiye'nin onun inancı ile alakalı olarak ters bir yanı yok. Ters bir yanı olmadığı için de onlarla bu konuları daha iyi görüşebileceğimize, anlaşabileceğimize ihtimal veriyorum.” sözleriyle itiraf etmiştir. Erdoğan’ı böyle bir açıklamaya zorlayan neden ise Taliban’ın Türkiye’ye karşı tavrı idi. Çünkü Afganistan’dan çekilme kararı alan ABD ve NATO personelinin ülkelerine geri dönmeleri için AKP’ye Kabil’deki Hamid Karzai havalimanının güvenliğini sağlama görevi verilmiş ve bu konuda anlaşma yapılmıştı. Taliban yönetimi ise bu girişimi toprak bütünlüklerini ihlal edeceğine ve ulusal çıkarlarına aykırı olduğunu söyleyerek “menfur” ifadesini kullanmıştı. 5 Temmuz’da BBC’ye yaptığı başka bir açıklamada ise Eylül’den sonra ülkede kalacak tüm yabancı askerlerin işgal gücü muamelesi göreceği uyarısında bulunarak doğrudan Türkiye’yi işaret etmemişti. Özetle tüm yabancı güçlerin, üstlenicilerin, danışmanlar ve eğitmenlerin tamamen ülkeden çekilmesini, aksi takdirde ihlal ve işgal olarak değerlendirip müdahalede bulunacaklarını kesin bir dille duyurmuştu. Erdoğan’ın, Taliban inancıyla ters düşmediğine aksine ortak paydaları olduğuna göre kısa da olsa Taliban zihniyetinden, uygulamalarından somut örnekler vermek gerekiyor.
İktidara gelmeden evvel 1995’te Afganistan’da yaklaşık 800 askeri öldüren Taliban, iktidara geldiği 1996 /2001 yılları arasında Afganistan’ın % 90’nında etkin hale gelmişti. Uygulamaya koyduğu ilk karar ise kız çocuklarının eğitim görmesinin yasaklanmasıydı. Afgan Eğitim Bakanlığı, Taliban’ın güçlü olduğu 11 vilayette 500’den fazla okulun kapandığını açıklamış ve okulların kapatılmasından da Taliban’ı sorumlu tutmuştu. Taliban’ın güçlü olduğu bölgede şeriat kuralları gereğince hırsızların eli kesildi, cinayetten suçlu bulunanlar halk önünde idam edildi. Kız çocuklarının okula gitmelerinin engellenmesinin yanı sıra televizyon, müzik ve sinema gibi sosyal aktiviteler yasaklandı. Erkeklere sakal, çalışmaları yasaklanan kadınlara da peçe zorunluluğu getirildi. Din polisi ise bu kuralların uygulanmasını sağlamakla görevlendirildi. Örneğin; 24 Mayıs 1998 tarihinde 450 erkek sakallarını kestiği için ve 110 kadın da yeterince örtülü olmadığı için Taliban tarafından cezalandırıldı. Şimdi burada bir soru soralım; Taliban ile zihniyetlerinin örtüştüğünü, farklı olmadığını söyleyen Erdoğan’ın, demokrasi söylemleri mi gerçek yoksa Türkiye’yi şeriat hükümlerinin hâkim olacağı bir din devletine mi dönüştürmek?
(Not: Bir sonraki yazımda mülteci, göçmen sorununu uluslar arası verilerden örnekler vererek ayrıca ele alacağım.)