Siyasi hayatına bir ülkü eri olarak başladı ve dedi ki, "Allah’a vereceğimiz hesapla milletimize ve tarihimize vereceğimiz hesap arasında herhangi bir farklılık ya da çelişki yoktur." İşte bu halka hizmetin Hakk`a hizmet olduğunun özetiydi.
Sonra hayaller kurmaya başladı…
`Bir hayalim var` dedi: "Bütün vatandaşlarımızın, ay yıldızlı bayrağın altında şerefle yaşadığı bir Türkiye hayal ediyorum. Bir hayalim var: Başını örtenle, açanın aynı üniversitede yasaksız, kavgasız kardeşçe yaşadığı bir ülke hayal ediyorum. Bir hayalim var: Kürt-Türkmen, Alevi-Sünni ayrımı olmadan, zengin-fakir ayrıcalığı görülmeden imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir Türkiye istiyorum. Kısacası; Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar kaynaşmış, güçlü bir Türk dünyası hayal ediyorum. Büyük bir Türkiye hayal ediyorum."
Bu hayalini gerçekleştirmek isterken `bir saniyesine bile hâkim olamadığımız şu dünyalık hayata asla teslim olmam` dedi ve dik duruşun, adamlığın sembolü oldu.
Peygamberden başka önder, Kur’an`dan başka rehber edinmedi.
Secdeden başka yere de asla eğilmedi
`Barzani`yi Diyarbakır’da yargılar, Habur`da asarım!` dedi ve ekledi "Biz, “alt kimlik-üst kimlik” gibi kavramları kabul etmiyoruz. Dinimizde bölücülüğe yer yoktur. Biz, büyük bir medeniyetin mirasçıları olan büyük Türk milletiyiz. Milletimizin bölünmesine, ülkemizin parçalanmasına müsaade etmeyeceğiz."
Yaşadığı sürece etmedi de.
Ve hatta müsaade etmemesi belki de hayatına mal oldu.
Bugün milletimizin ötekileştirildiği, inançlarından dolayı ölülerin arkasından bile beddua edildiği bir zamanda o, herkesin inandığını açıkça ifade edebileceği, ifade ettiğini serbestçe hiçbir baskıya uğramadan yaşayabileceği ve bütün mezheplerin, bütün inançların, bütün fikirlerin tartışılmaz bir şekilde yaşayabileceği bir Türkiye özlemi için hayatının sonuna kadar çalıştı.
Kürt’üyle, Türkmen’iyle, doğulusuyla batılısıyla, Alevi’si Sünni’siyle birlik ve beraberliği savundu. ``Ortak sorunlarımız var ve onları demokrasi içinde çözeriz.`` dedi.
Yani dış mihraklara `biz kendimize yeteriz, kendi derdimizi kendimiz çözeriz. İşimize karışmayın`mesajını hep verdi.
Üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla, iç tarafı hainlerle dolu güzelim Türkiye`de entel-dantellerin etnik propaganda ile ülkeye kimlik aradığı zamanlarda "Bu devlete bir kimlik aranıyorsa, İstiklal Marşı yeniden, defalarca okunmalıdır. Anayasadan daha fazla mutabakat İstiklal Marşımızda vardır" diyerek özeti koydu.
Cumhuriyetçi kesilenlere, meydanı kimseye bırakmayanlara, cumhuriyete düşman olanlara "Bu millet, cumhuriyeti kendi canıyla, teriyle, irfanıyla kurmuştur; onu gözü gibi korumayı, kollamayı herkesten daha iyi bilir" diyerek herkese mesaj verdi.
Milletin mayasını onu idare edenlere şöyle açıkladı "Bu millet, gömleğini satar ama devletinin yanında yerini alır. Yeter ki, kendisini idare edenlerin samimiyetine, açıklığına inanmış olsun."
"Milletine namlusunu çevirmiş tankı asla selamlamayız." diyerek darbelere karşı hep dik durdu ama darbe edebiyatı üzerinden siyasi hayatını sürdürenlere de "Ordudan evvel, bu sivil davetiyecilerin kendilerine çekidüzen vermeleri gerekmektedir." dedi ve takiyecileri, sahtekârları, bozguncuları uyardı.
San ki günümüz siyasetine mesaj olsun diye şunları söyledi "Dava, boş gurur ve hırsların tatmini için yapılan bir koşuşturmaca değil, içtimai, iktisadi, siyasi ve beşeri hayatımızı Hakk’a uydurma davası olmalıdır."
Ve insanlar `o-cu, bu-cu, şu-culukla` slogan atarken o haykırdı "devir, bir dev gibi doğrulmak devridir… Zengin toprakların fakir ve ezik bekçileri olarak kalmak yerine, bu coğrafyanın başı dik ve varlıklı sahipleri olarak yeniden dev gibi doğrulalım."
"Eğer Anadolu’da rahat oturmak istiyorsak; o zaman Türkiye, Bosna’da olmak mecburiyetindedir, Kafkaslarda olmak, Ortadoğu’da olmak mecburiyetindedir" diyerek ülkemizin dış politikasının ne olması gerektiğini, Türk Birliği, Turan özlemini dile getirdi.
Çok çekti, çok zulüm gördü, çok zalimle mücadele etti. Ama asla devletine küsmedi, bunu şahsi mevzu yapmadı, şikayet etmedi…
Ve sevgisini şöyle dile getirdi, "Gençliğim dedim, “Ver” dediler. İstikbalim dedim, “Yok” dediler. Kanım dedim, “Dök” dediler. Canım dedim, “Milletin” dediler. Sevdim dedim, “Suçtur” dediler. Ve çığlıkla yarıldı karanlık; sevgimi çarmıha gerdiler."
Düz durdu
Dik yürüdü
Bunu hazmedemeyen zebaniler onu zindanlara atarken, çarmıhlara gererken üşüyordu ve o üşüme ile "Bir kar tanesi olsam, Mekke’ye düşmek isterdim" diyerek yürek yangınını dile getirdi.
Ve bir Mart sabahı milyonlarca kar tanesinin içine düştü…
O ömrünü devletine adadı ve ömrünce devletine bir kere ihtiyacı oldu, ama maalesef devlet o ihtiyacına gitmedi/gidemedi/gönderilmedi...
Merhum diyordu ki; "Önümüzde iki seçenek var: Ya ibret almayanlar gibi tarihin tekerrürüne seyirci kalacağız ya da bu ezberi bozacağız. Biz, ikinci yolu seçiyoruz."
O ikinci yolu seçtiği içinbir suikasta kurban gitti.
Aradan yıllar geçmesine rağmen bu suikastın üzerinden sır perdesi henüz kalkmadı.
Aslında katillerin izleri çok belli olduğu halde o perde yine de kalkmayacağa benzer.
Muhsin Yazıcıoğlu cinayetinin çözülememesinden “bizim namusumuzdur “ diyen iktidardan, onun temsilciliğini yapan siyasi temsilcilerine, kendisine ülkücüyüm diyen her fertten, bu ülkenin her namuslu vatandaşına kadar herkes sorumludur.
Ve bu cinayetin çözülmemesi bu milletin anlında bir namus lekesidir.
O lekeyi temizleyecek olanlar ise ezber bozacak olan yiğitlerdir, yani ikinci yolu seçecek olanlardır.
Sahi onlar neredeler?