Profesör Salih Neftçi!
Kerkük asıllı Neftçi ailesinin iki çocuğundan biriydi…
Yılmaz Özdil`inde daha önce kaleme aldığı bir anısı vardır “BEYAZ ÇORAP” meselesi…
Neftçi “Beyaz Çorap “ hikâyesini ÖZDİL`e şöyle anlatır:
“Türkiye'nin köklü bankalarından birinin patronu beni aradı, atılım yapmak istediklerini söyledi, yöneticilerine eğitim vermemi istedi. Doğrusu hiç vaktim yoktu ama, neticede memlekettir, geldim. Bir hafta sürecekti. İstanbul'da küçük bir oteli kampa çevirmişlerdi. Bankanın yöneticileri, Anadolu'daki şube müdürleri, hepsi orada kalıyordu. Otelin restoranı, konferans salonu olarak kullanılıyordu. Kürsüye çıktım. Hani bir zamanlar kösele ayakkabının içine beyaz çorap giyme hastalığımız vardı ya… İlk dikkatimi çeken bu oldu. Hemen hepsi beyaz çoraplıydı. İngilizce bilen var mı diye sordum. Bir iki üst düzey yönetici haricinde, yoktu. Ama, istisnasız hepsinin önünde not defterleri vardı. Can kulağıyla dinliyorlardı.
Gece çalışıyor, ertesi sabah yeni yeni sorularla geliyorlardı. Merak ediyorlardı. Her saniyeyi değerlendirmek için, çaba harcıyorlardı.”
*
“Bu banka, Türkiye'nin en büyük bankalarından biri oldu. Elbette çok küçük bir parçasıydım ama, kendime gurur payı çıkarıyordum.”
*
“Seneler sonra, aynı bankanın patronu beni tekrar aradı, dünyaya açılmak istediklerini söyledi, yöneticilerine eğitim vermemi istedi. Tekrar geldim. Bu defa İstanbul'un en büyük otellerinden birinde kamp kurmuşlardı. Kürsüye çıktım. İlk dikkatimi çeken, İtalyan ayakkabılar oldu. Karşımda oturanların, eğitime gelmekten ziyade, kokteyle gider gibi bi halleri vardı. İngilizce bilen var mı diye sordum. Gülümsediler. İstisnasız hepsi biliyordu. Ama, istisnasız, hiçbirinin önünde not defteri yoktu. Gözlerinden ‘biz zaten senin anlatacağın her şeyi biliyoruz' ifadesi okunuyordu. Nezaketen dinlediler ama, tek soru bile sormadılar. Öğrenmek isteyen, bilgiye aç kadro gitmiş, onların yerine, her şeyi bildiğini düşünen kadro gelmişti.”
*
“Hayatın sürekli kendini yenilediğini…
Bilmekten çok, öğrenmeye devam etmenin daha önemli olduğunu unutmuşlardı.”
*
“İlk günün sonunda, akşam yemeğinde banka patronuyla buluştum. Bir hafta kalmama gerek yok, ben yarın döneyim dedim. Şaşırdı. Niye diye sordu. Batıyorsunuz dedim! İyice afalladı. Anlamadım dedi. Anlamadığınızı görüyorum, fazla dayanamazsınız, batıyorsunuz dedim. Tatsız bir yemek oldu. Ertesi gün New York'a döndüm.”
Seneye…
Bu banka battı.
Kıssadan hisse…
Futbolda böyle bir şeydir işte.
Heyecanlı olan, istekli olan, başarıya aç olan sahada aslan gibi kükrer…
Fatih Terim`in Avrupa başarısı, ilk heyecan, il tecrübeydi…
Sırf Anadolu ruhu olduğun için biz Fatih Terim`i çok sevdik.
Sırf Anadolu çocuğu olduğu için Galatasaray`dan Fransız ekolcüleri tarafından gönderilmesine karşı çıktık, yanından olduk.
Sonra ne mi oldu?
Fatih dünyaları benim fethettim, ben olmasam olmaz edası ile başarı zehirlenmesini her defasında yüzümüze acı acı vurdu.
Milli maçtan bir gün önce tercümanla kavga yapan jön Fatih`den elbette sahada Anadolu ruhu bekleyemezdik.
Botokslu, gece kulüplü, lüks hayatlı, THY`nin uçaklarına kahraman gibi yerleştirilmiş futbolculardan bu reklam zehirlenmesi karşısında elbette başarı beklenemezdi.
Sorun sahada, futbolda, yetenekte değildir…
Sorun beyaz çoraplarını çıkarmış, şımarmış ve “Ben biti demeden bitmez” diyerek kendini ilahlaştıran bir zavallılıktadır.
Futbol bir hayattır.
Tabi hayatı okuyabilene.
Unutmayın tarih sonuçları alkışlar.
Dün beyaz çorapla tarih yazanları alkışladığımız gibi, bugün kısa paçalı pantolonları ile tarihe kara leke olarak düşenleri de elbet eleştiririz.
Şimdi o “İm-para-tor” kısa paçalarından akan kibiri ile otursun bir kez daha düşünsün “ben kimdim, kim oldum “diye…
Avrupa Fatihi battı, geminin malları kime kalır artık Allah bilir.
Vesselam