Türkiye’nin Venezuela ile siyasi, Arjantin’le ekonomik benzerliklerini yıllardır yazıyorum. On yıl önce bölgeye gittiğimde iki şey dikkatimi çekmişti: Latin Amerika’da işler Orta Doğu benzeri komplolarla halledilmeye başlanmıştı. Latin Amerika giderek Orta Doğulaşıyordu. Türkiye de Latin Amerikalaşıyordu. Neredeyse her şeyin bir paralelinin ortaya çıktığı, merkezde toplanan gücün kim tarafından yönetildiği belli olmayan bir Türkiye vardı.
Darbelerle Arjantin’in önce ulusal birliğini bozmuşlar, sonra IMF programlarıyla sanayi kapasitesini çökertmişler ve nihayetinde borç batağına çekerek ekonomisini imha etmişlerdi. Bu istila hareketine milli ve halkçı Kirchner hükümeti cevap verdi ve borçların %80’ini sildirmeyi başardı. Yalnızca ekonomiyi değil halkın birliğini de yeniden kurdu. Ulusal bilinci güçlendirdi. Güney Amerika’nın en iyi eğitim ve sağlık sistemini kurdu. Demokrasi standardını Avrupa’nın bile üzerinde bir noktaya taşıdı.
Venezuela’da Bolivarcı Devrim’e isyancı bir komutan Hugo Chávez liderlik etti. ABD’nin bir asır boyunca karşılığında hiçbir şey vermeden yağmaladığı petrolü devletleştirdi. Kimliği bile olmayan bir halkı siyasal süreçlere kattı. Eğitim, sağlık, ulaşım hemen her şey ücretsiz oldu. Komutan Chávez sadece Latin Amerika’da değil dünyanın başka yerlerindeki ülkelerle de ABD’ye karşı ittifakların kurulmasına öncülük etti. Bu yüzden öldüğünde İran eski Cumhurbaşkanı Ahmedinejad onun tabutunun başında günlerce gözyaşı döktü.
Tüm bunlar oluyorken Türkiye’de IMF’nin parlak çocuğu Babacan’lar ekonomiyi yönetiyordu. IMF programları uyguluyor, habire borçla büyüyordu. Türkiye kendi ordusuna kumpas kuruyordu. Venezuela, Arjantin, İran gibi ABD’nin karşısındaki ittifak ülkelerine uzak duruyorduk.
Türkiye adım adım 15 Temmuz’a sürüklenirken Venezuela’da ekonomik ve siyasi sabotajlar durdurulamıyordu. Hiperenflasyon almış başını gidiyor, Venezuela parasının değer kaybı hızla sürüyordu. Petrol piyasasındaki olağanüstü değer kaybı sebebiyle Venezuela’da döviz rezervleri eriyordu. Bunlar yetmiyormuş gibi Komutan Chávez aniden ve durdurulamayan bir kanser sebebiyle hayata gözlerini yumdu.
Bu sırada ABD merkezli “Akbaba Fonları” Arjantin’in batık tahvillerini sağdan soldan toplayıp olmayan bir borç icat ettiler. Kirchner hükümeti haraç vermeyi reddedince ABD mahkemesi Arjantin’in kısa dönemli borçlarını ödediği Citybank hesaplarını dondurdu. Fon şirketleri de “vay efendim Arjantin borçlarını ödeyemiyor” diye spekülasyon yaparak sanki bu ülke iflas etmiş gibi tüm dünyaya ilan etti. Oysa Arjantin hem borçlarını zamanında ödüyor hem de istikrarlı bir ekonomiyi sürdürüyordu. Bu da yetmedi Arjantin’de İsrail yanlısı bir savcı şüpheli bir biçimde intihar etti. Savcı Kirchner hükümetinin İran’la ittifak kurmasını engellemeye çalışıyordu. Hatta bu amaçla Arjantin devlet başkanı hakkında “vatana ihanet”ten bir iddianame hazırlamaya bile kalkışmıştı. Ölümü hükümeti hedefe koydu. Bir yandan dolar spekülasyonu diğer yandan suni bir siyasal kaos neticesinde Başkan Cristina Kirchner’i gerilettiler. Şimdi ABD’ci bir yönetim iktidarda ve ülkeyi IMF’ye teslim etmiş durumda. Eski başkan Kirchner hakkında da dört tutuklama kararı var.
Maduro 4 Ağustosta kendine karşı gerçekleşen suikastın kaynağının Kolombiya olduğunu söylüyor. Zira Kolombiya ABD’nin kıtadaki en önemli askeri ortağıdır. Afganistan, Irak ve Suriye’ye giden paralı askerlerin yetiştirildiği yer de bu ülkedir. NATO’yla birçok gizli anlaşmaya sahiptir ve Kuzey Atlantik İttifakına resmen üyelik süreci açıklanmıştır. Bu nedenle bir imaj çalışması olarak FARC örgütüyle masaya oturup, mecliste de onlara birkaç sandalye verdiler.
İki Kolombiya Devlet Başkanı, yeni seçilen Ivan Duque ve eskisi Manuel Santos, Geçtiğimiz 5 Haziranda Beyaz Saray’daydılar. Basına yaptıkları açıklamada ABD yönetimiyle “Venezuela’daki diktatörlüğü konuştuk”larını söylediler.
Şimdi bazıları bunun “kontrollü suikast” olduğunu söylüyor. Maduro göreve geldiği 2013 yılından bu yana 20 suikast teşebbüsüne uğradı. Venezuela’da yüzlerce insan çatışmalarda, onlarca savcı-polis saldırılarda öldürüldü. Dahası bu ülkeler yalnızca siyasi değil ekonomik anlamda da suikastlara uğruyor. Darbe illa ki askeri olmak zorunda değil. Paraguay tarihinin ilk solcu başkanını bir gecede parlamenter darbeyle düşürdüler. Koskoca Brezilya devlet başkanı Lula, 80 metre karelik bir kooperatif dairesi yüzünden, 12 yıl ceza aldı ve hapiste. Peru’da, Ekvador’da benzer süreçler işliyor. Kontrolün kimde olduğu belli ve canlarına kastedilenler aslında Başkanlar değil milletler.
Şunu da eklemeliyim: Bu ülkelerle Türkiye arasındaki benzerlikleri ilk kuran ve bu konuda en çok yazan benim. Kıtayla Türkiye arasında dostluk köprülerinin kurulmasına da katkılarım oldu. Fakat bugün basındaki Maduro-Erdoğan, Venezuela-Türkiye benzetmelerinin çoğu ciddiyetten uzaktır. Bu benzerliği kimi Erdoğan’a karşı olduğu için kimi de övmek için kuruyor. “İki ayyaş” demekle “ iki şöför” demenin mantığı aynı. Oysa her ülkenin kendine özgü koşulları, tarihsel süreçleri, alışkanlıkları ve iç dengeleri var. Bolivarcılık ile Kemalizm de birbirinden çok farklı. Türkiye’nin ABD ile kurduğu tarihsel ilişkiyle Venezuela’nınki de aynı değil. Mesela Arjantin’i çökerten ve Türkiye’yi uçuruma sürükleyen program aynı ama iki ülkenin üretici güçleri ve egemen sınıflarının davranış biçimi aynı değil. Yönetimsel alışkanlıklar, halkın mevcut hükümetleri destekleme nedenleri de bambaşka.
Sonuç olarak her bilgi kendi koşullarıyla beraber değerlendirilirse anlam ifade eder. Emperyalizm, küresel sermaye, askeri tehdit ve uluslararası ittifakların sonuçları iki ülkeyi yakınlaştırmışa benziyor. Maduro’yu Erdoğan’dan dolayı sevmek ya da ondan nefret etmek yerine oralardaki süreçlerden dersler çıkarmak yerinde olur.