Bir toplumsal hadisenin gelişimi ve ortaya çıkmasında sayısız etken vardır.
İktisadi etkenler; kriz dönemleri, sınıfsal çatışmalar, üretim araçlarındaki ve ilişkilerindeki değişim… Ya da sosyolojik etkenler; etnik, kültürel ve geçmişten gelen çatışmalar gibi tarihsel etkenler, ideolojik meseleler ile iktidar içi çelişmeler toplumsal hadiselere etki eder.
O nedenle bir sosyal olay tek bir nedene indirgenemez.
Ancak, politik analiz yaparken toplumsal olayları birbirine bağlayan, neden ve sonuç arasında köprü olan egemenlik ilişkilerine bakmak gerekir.
Örneğin salt insani ya da toplumsal ihtiyaçlar kitlelerin eylemlerini belirlemez. Çünkü ihtiyaçlar da ideoloji, inanç, zor gibi etkenlerle bastırılıp, sınırlandırılıp ötelenebilir.
Bu, insanların yalnızca duygularıyla hareket etmedikleri ve yönetici kesimin kitlesel eğilimleri yönlendirmek amacıyla duyguları motivasyon aracı olarak kullandığını gösterir.
Bu toplumsal gerçeklikten yola çıktığımızda, Madımak Katliamı’nda “provokasyon” faktörünün sonucu belirleyen etkenler içinde sayılamayacağını öngörebiliriz.
Türkiye ve onu çevreleyen coğrafyada herhangi bir yerde, herhangi bir linç için birkaç bin kişi her zaman bulunabilir. Fakat televizyonlardan canlı yayınla 8 saat süren kitlesel bir linç hareketi jandarma, polis, silahlı kuvvetler tarafından izlenmekle yetinilmişse; eylemi motive eden ideolojik, kültürel, dini, iktisadi etkenler önemsizleşir.
Sadece ordunun tavrı da değil; katliam sonrasında hiçbir siyasal iktidar gerekli soruşturmayı başlatmadı. Aksine, başbakanlar katliamı önemsizleştirmek için “o kadar kişi bir trafik kazasında da ölebilir” ya da “dava sonucu hayırlı olsun” dediler.
Katliam sanıklarını savunan avukatlar milletvekili ve bakan oldular. Hatta bunlardan biri dava dosyasını 7 yıl çekmecede tutan Anayasa Mahkemesi’ne üye bile oldu.
Ne yazık ki siyasetin ve devletin bu tavrı katliamı kitleler nezdinde meşrulaştırdı. Katliamda ölenler ve “Pir Sultan Abdal Şenlikleri”ne gidenler “provokatör”, “din düşmanı” sayıldı.
12 Eylül darbesiyle devletin sosyal ve aydınlanmacı köklerinden koparak neoliberalizme ve dine sarıldığı herkes tarafından bilinen bir gerçek.
Fakat böyle bir katliama ne gerek vardı?
Katliama giden haftalar boyunca bazı yayın organlarının kullanılış biçimine baktığımızda “6-7 Eylül olayları” benzeri bir ortam yaratıldığı dikkatleri çekiyor. Üç gün sonra 200 km uzaktaki Kemaliye’de PKK’nın 33 yurttaşı öldürdüğü “Başbağlar Katliamı” da bir etnik arındırmayı hedefliyordu.
Bu iki katliamın doğrudan sonucu 1992-1996 arasında Erzincan-Sivas hattındaki Alevi köylerinin hepsinin boşalmasıydı.
Madımak Katliamı’nın bir başka önemi de tek seferde en fazla aydın ve sanatçının öldürüldüğü katliam olmasıdır.
Bu hareketin tarihsel olarak “aydınlanma” karşıtlığını ortaya koymaktadır.
Bugün halen İslamcılar sorumluluğunu almaktan kaçarak devletin rolüne ve “provokasyon” tezine sarılıyor. Çünkü Madımak hadisesinin onları iktidara taşıyan sürecin basamaklarından biri olduğu görüyorlar.
Kuşkusuz siyasal hareketlerin tarihlerinde sapmalar, kullanılmalar ve büyük hatalar olabilir. En ilerici hareketler bile büyük suçlar işleyebilir. Bu nedenle bir siyasi hareketin tarihsel rolünü değerlendirirken kötü örneklerden yola çıkmayız. Onun toplumsal ve tarihsel misyonuna bakarız.
Avrupa’dan Çin’e “Aydınlanma” dediğimiz şey katliamlarla sonuçlanan büyük kitle eylemleri temelinde yükselmiştir. Çünkü aydınlanmanın bireylerin “aydın” olmasıyla ilgisi yoktur. Aydınlanma insanlığın kanla tecrübe ettiği ilkelerin kitlelerce içselleştirilmesidir.
Oysa biz Türkiye’de bunu bir başöğretmenin köylülere okuma yazmayı öğretmesi, köy enstitülerinin kurulması ve hümanist klasiklerin halka okutulmasıyla gerçekleştirebileceğimizi sandık.
Fakat tarih meseleye dökülen kanın kaç litre ya da metre küp olduğuna bakarak karar vermez. Akan kanın toplumu ve insanlığı nereye taşıdığına bakar.
Madımak dahil son birkaç asırlık tecrübe bize kitlesel İslamcı hareketlerin sosyal adaletten, eşitlikten yana aydınlanmacı bir potansiyele sahip olmadıklarını kanıtladı. Bu yüzden Madımak’ta İslamcılığın rolü tarihsel ve toplumsal gericilikle özdeştir.
O tarihten sonra da hiçbir yerde bunun aksine hareket etmemiştir.
28 Şubat’a karşı çıkarken bile en ufak bir aydınlanmacı perspektif ve sosyal adalet arayışı yoktu. İstedikleri şey kendi mutlak iktidarlarını ve sermaye birikimlerini yaratmaktı.
İktidarı ele aldıklarında, koşullar lehlerineyken güncel iktisadi-sosyal sistemin en ilkel unsurlarıyla bütünleştiler. Sermaye birikim sürecinde bile geri kalmış kapitalist yağmacı yöntemleri benimsediler. Yönettikleri iktidar aygıtını ve devlet mekanizmalarını da tarihsel gelişmeleri algılayamayacak hale getirdiler.
Bu tarihsel süreklilik otuz yıl önce yaratılmış bir katliamın ötesinde tarihsel ve toplumsal anlamda gerici bir role işaret eder. Türkiye katliamda hayatını kaybeden insanlardan çok daha fazlasını kaybetmiş ve kaybetmeye devam etmektedir.
O nedenle Madımak’ı düşünmek Türkiye’nin bugününü ve geleceğini düşünmektir.