2000 yılında Kocaeli’ye tayin olduğumda en çok, bir yöneticinin 1990 yılından 2000 yılına kadar idareci olarak kaldığına şaşırmıştım.
Aradan geçen on yıl içinde en az iki seçim ve beş hükümet değişmişti.
Sözünü ettiğim idareci abimiz otoritesiyle artık efsaneleşip, başında bulunduğu kuruma soyadıyla anılan kanunlar geliştirmişti. Astığı astık, kestiği kestik yaptırımları vardı. Garibim personeli ise, durumdan şikayet etmesine rağmen kendisine korkuyla birlikte saygı besliyorlardı.
Geçenlerde birisiyle karşılaştım, kıyas yapmak için yine o günlerini sorgulayınca; “Cahildik, yasalardan kaynaklanan haklarımızı bilmediğimizden olsa gerek çok kullandı bizi.” Cevabını aldım.
Şimdi yetmişini deviren bu idarecimiz görevdeyken bir devlet memurunun insan haklarıyla ilgili işleyebileceği kabahatlerin bir çoğunu işlemişti.
SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devrinden sonra bir iki yıl daha devam etti bu durum. En son 2009 yılında personel nöbet ve dinlenme odalarına kamera taktırdığı konuşuluyordu, sonrasında o kameraları izleyip, konuşulanları dinlemeğe idarecilik ömrü yetmedi ve görevinden azledildi.
Yaklaşık 19 yıl!
Dile kolay ama sen gel birde ona sor. Adam ismini unutur, evindeki musluktan saygı bekler. Otoritenin veya daha ilerisi, totaliterizmin diğer taraftaki sıkıntısıdır bu durum.
Bir idarecinin, yöneticiliği alışılagelmişin dışında uzun sürdüğü ve toplumumuzdaki malum dalkavuklar tarafından çok fazla poh pohlandığı için adam kurum dışında bile yönetici olarak yaşamını devam ettirip itibar görmek ister.
Kuaförü alelade bir insanın değil, onun traşını yapar, eve gelen misafirin bile önünde düğme iliklemesini, hanımın yemeği ona özel yapmasını, çocuklarının öğretmeninin onunkilere özel ilgi göstermesini bekler, megalomanik narsist bir durumdur bu. Bir süre sonra içinde bulunduğu toplumdan uzaklaşarak, kendi elit gruplarında yer edinmeğe çalışır.
Bulunduğu konumu sağlamlaştırmak en büyük amacıdır ilk zamanlar, onun için ast ve üstlerine saygılı davranıp kendini cici gösterir.
Koltuğu sağlamlaştıkça, astları ve halk tarafından ulaşılmaz olur. Ama üstleri uykudan bile uyandırır sıkıntı yoktur. Başında bulunduğu kurumda zaman içinde iktidarını kurup kadrolaşmaya gider, sonrası malum bir çoğumuzun şahit olduğu durum, otorite ve zaman geçtikçe yozlaşma başlar.
Fakat!
Biz birkaç Don Kişot yaşadıklarımızdan şikayetçi olup, yaşananlara göre, idarenin yanlı tutumu veya kötü yönetimden şikayetçi olur, idareciye biat edenler tarafından dışlanırız.
Oysa acınacak halde olanlar ve bu çatışmanın diğer tarafında, analizi yapmadığımız için, uzun süre yöneticilik yapan kişilerin nasıl zor durumda kaldıklarını, zamanla nasıl bir karakter dezenformasyonuna uğradığını, tıbbi desteğe veya bıraktıklarında rehabilitasyon ihtiyaçları olduğunu anlayamayız.
Ancak görevde bulunduğu süre içinde, onun birçok kaygısı ve ayağının altında muz kabuğu vardır hep. Heleki haketmediği bir koltuğa, birilerine biat ederek gelmiş ve sırf o ünvanı almak için el etek öpmüşse, oooo yandı gülüm keten helva.
Hatırlıyorum, ülkemizde son iktidar değişikliği tee 22 yıl önce olmuş, bütün kadrolarda değişim başlamıştı. Bir abimiz vardı vekaleten baktığı il müdür yardımcılığı görevinden azledilip, bir alt asli işi olan şeflik kadrosuna indirilmişti. Yaklaşık bir gün sonra adam kalp krizi geçirdi.
Günlerce yoğun bakımda kaldı, tansiyonu ve kalp ritmi stabil olamadı haftalarca. Gözümüzün önünde koskoca il müdür yardımcısı eridi gitti. Evini değiştirdi, arabasını sattı, parayı bulan her Türk erkeği ne yapıyorsa bu abimizde tersi yönde yaptı.
Onun için diyorum madalyonun öteki yüzünde dram var dram. ilk örnekteki abimiz gibi. 19 yıl bir kurumun tek yetkilisi olarak kaldıktan sonra, dışarıda kendiniz olamazsınız. Hayata dair bütün bildiklerinizi unutmuşsunuzdur, bütün gerçek dostlarınız, geçen süre zarfında sizden uzaklaşmıştır. Normal halk size sıradan geldiği gibi, yıllarca içinde yaşadığınız güruh sizden uzaklaşmaya başlar zamanla.
Birey ve toplum sağlığı için kişinin uzun süreli yönetici olmasını teşvik etmemek gerekir. Bunun yönetim ve idare biliminde karşılığı da var mesela, “kariyer başı, kariyer ortası, kariyer sonu” diye tanımlanır. Madalyonun biz taraftaki durumu kimi zaman komedidir. Ama diğer tarafta trajedi yaşanır.
Halk tarafındaki durumu özetleyecek olursak, eski bir arkadaşım olan mimar sevgili Kürşat Araz’dan aldığım bir fıkrayla aktarayım:
1960’lı yılların ilk çeyreği 27 Mayıs ihtilalinin üzerinden bir yıl falan geçmiş, Milli şef yine iktidara gelmiş. Amerika ile Kıbrıs konusunda mektup krizi sonrası ambargo başlamış.
Kars’ın bir köyünde Bizim Muharrem emi, radyodan dinlediği ajanslar (haberler) üzerine, hanımı Gülevatın haladan eksiklerden dolayı okkalı bir fırça yiyip, çıkmış hayat denen bahçenin dış tarafına, çökmüş çeperin (Bahçe duvarının) dibine, az önce sardığı sigarasının ucuna vermiş ateşi, dolu dolu çekmeğe başlamış tütün dumanını içine.
Mahalle bakkalına pişpirik (kağıt oyunu) oynamaya giden Abdullah dayı bakmış Muharrem’in hali hal değil gelip oda oturmuş yanına başlamışlar konuşmaya,
- Noldu ey Muharrem?
Muharrem amca Abdullah amcaya Gülevatın haladan fırça yediğini söylese rezil olacak tabi. Ama içinde bulunduğu yokluğu ve efkar durumunu da bir şekilde dışarıya atıp rahatlaması gerekiyor.
Muharrem emi cevap verir.
- Yok bir şey ajansları dinleyip üzüldüm.
- Ne vardı ki ajansta
- Duymadın mı?
- Neyi?
- İnönü’nün anası rahmete gedip. (İsmet İnönü’nün annesi vefat etmiş).
- Buna mı üzüldün?
- Heye!
Abdullah amca şaşırıyor tabi, Muharrem amca sıkı Demokrat partili, ama yine de teselli etmek amacıyla.
- Allah belanı vermesin ay Muherrem, Allah rahmet elesin ama bırak İnönü üzülsün onun anasıdır nihayetinde.
Muharrem amcada cevabı yapıştırır.
- Yok oğlum ona üzülmürem, İnönü’nün anası 128 yaşında öldü. Şimdi buda o kadar yaşarsa, başımızda kalacak Allah bizim belamızı verecek, ona üzülürem. Der.
Doğa gibi insanda kendisini yenilemeli, hele ki görevler bir insana yapışıp kalmamalı. İnsanoğlunun değiştiğini ve zamana yenildiğini göz ardı ettiğimiz sürece yanılgılarımız katlanarak büyüyecek.
KALIN SAĞLICAKLA!