KILIÇ VE KRİZANTEM

S. Ağa BAYDİLİ

Bugünü kavramak; bugünün hayatını tanzim den “hakim kavramları” tanımakla mümkün… ve “BUGÜN” içinde tiyatrâl çelişkiler taşıyan bir niyetler yumağı olarak hiç de sevimli görünmüyor. İşte tam da bu noktada, “bugün”ün hayatına sadece figüran ya da seyirci olarak katılmasına izin verilen (!) toplumları; kavramların cirirt attığı bir labirentler dizgesi bekliyor.

Her kavramın; içinde doğduğu coğrafyanın bütün inançlarını, bütün kültürel kodlarını ve bütün ülkülerini taşıyan ve aynı ölçekte de gizleyen, içi boş, ama müphemin bütün çekiciliğiyle hâlelenmiş ideolaojik birer dehliz olduğunu biliyoruz. Ne yazık ki bu dehlizde yol haritamızı çizen, yine aynı kültürün, bizi sadece kendi planlanmış doğrusuna götürecek bir başka kavramları oluyor.

Kavramları üretenle, algılama yöntemini elimizde tutuşturan aynı kültür olunca bocalıyoruz…

Bu bocalayışımızda (aynı hakim kültürün iletişim dizgelerini ve iletme kodlarını da elinde bulundurduğunu gözardı etmeden) söylemeliyiz ki, bizlerin, kavramları kendi coğrafyamızdan okuyamayışımızın büyük payı var.

İşte küreselleşme tabiri tam da bu noktada karşımıza çıkıyor. Çıkarların ve niyetlerin küreselleşmediği bir “bugün”de kaynakların küreselleşmesi sadece hâkim toplumlara “lokâl gelecekler” kurma iştihası veriyor. Ve biz, batının “küre” tabiri içinde yer almayan toplumlar, evrensel bir kaçınılmazla yüzyüzelik yanılgısına düşüyoruz.

15. asırların Osmanlı’sını, 20. yüzyılların Japonya’sını “mucize” diye adlandıran batının, aslında “kalkındıysa neden bizden değil, bizden değilse nasıl kalkınır” algısından kaynaklandığını göremiyoruz. mucize, yani hakedilmemiş olan..; mucize, yani tesadüflerin çocuğu..; mucize yani gerçek algısına aykırı düşen.

Ne Hiroşima; ne de Filistin’de dipçikle öldürülen bebek, Ecce Homo tabirinin sadece batılı insanı işaret ettiğini görmemize yetmiyor.

Teknik başarıları kendi kültürünün müktesebatı olarak gören batı’nın, kendi gelecek plânlarını, hayatın evrensel akışı gibi önümüze koyduğunu anlamak istemiyoruz. Bu yanılgımız yüzündendir ki ABD’nin Irak’ta ne işi olduğunu sormaktan öteye geçemiyor, batı’nın çıkar “küresinde” batılı olmayan toplumların yer almadığı anlamakta gecikiyoruz.

Bütün nükleer imkânları elinde bulunduran batı’nın, batılı olmayan bir ülkedeki nükleer enerji santralinden endişelenmesinin arkasında “sen, elinde sapanla gezen ilkel bir çocuksun ve hangi camı ne zaman kıracağın belli olmaz. Çünkü batılı değilsin” önkabulüne dayalı bir üstten bakış olduğunu anlamak istemiyoruz.

Hiroşima’dan patlayan bombada, Japonya’nın Hristiyanlaşmadan kalkınmış bir ülke olmasının payını kim inkâr edebilir?

Bizim bu projede amacımız, kavramların epistomolojisini incelemek değil elbette… ancak, kavramları yerli yerine oturtmadan “bugünü” oluşturan emperyal oyunu kavrayamayacağımızı da biliyoruz.

Bugünün emperyal oynundan rol dağılımını, ülkelerin su, enerji, gıda ve teknoloji potansiyelleri belirliyor. Bugünün makastarı bütün emperyal iştihasıyla batı dünyası olsa da, tarihin akış yönünü değiştirmek; ülkelerin “bugün”ü doğru okumalarından geçiyor.

Verilen rolü kabul etmeyen ya da dönüştüren ülkeler, birtakım makyajlı kavramlarla aynı hakim kültürce sigaya çekilebiliyor.

Bu kirli oyuna oyuna katılmak istemeyen ya da kendi coğrafyasında, kendi sesiyle, kendi geleceğini kurmak isteyen toplumları müphem bir gelecek bekliyor.

Zira batı dünyası, lokâl niyetlerini, küresel bir olgu gibi pazarlamış; bütün bir dünyaya yetecek kaynakları ve bütün bir dünyayayı yok edebilecek silâhları kendi küresinde toplamış bulunuyor.

İkinci savaşta, iki teknik bombaya yenilen Japonya’nın imparatoru Hirodito’nun “taşınmaz yükü taşımak…” ya da “yenilmeyi de öğrenmemiz gerekiyor” sözleri “bugün daha bir anlamlı hâle geliyor….

Batı, Japon kalkınmasından mucize diye sözediyordu; “ kendinden olmayan toplumların kalkınması, batı’nın dünya algısına yabancıydı. Protestanizm’le kendi emperyalizmini dinleştiren batı’nın, Krizantemle kılıcın aynı “olgun insan”da barış içinde yaşayabileceğine imanı yoktu.

BEN’i Tanrılaştıran batının; KOCİKİ destanında musikileşen “BİZ” ruhunu dinlemeye ne niyeti ne kültürü yetiyordu. Onun için mucizeydi Japon kalkınması.

Japonya’nın II.Dünya Savaşı sonrası hali, neredeyse 1. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı’sının haliyle aynıydı. Osmanlı toprak kaybetmişti; Japonya, teknolojideki hâkimiyetini… Ne var ki Japonya savaş sonrasında, kısa bir süre içinde kendini toparlamış ve özünde barındırdığı kültürel genleri yeni bir kalkınmanın dinamosu yapmıştı. Üstelik hrıstiyanlaşma macerası yaşamadan ve Japon kalarak… Bizlerin yapamadığımız buydu…; ve bugün, Japonya’yla yolumuz tam da bu noktada birleşiyor.

Tanrı AMATERERASU’nun çocukları NİPONDA " “ Biz ki bir aileyiz, öyleyse var’ız” diyerek, “Sanattır hayatı kazanan” diyerek, her insanın eğitim ve içsel yolculuklarla kami olabileceğine inananrak, tabiatı insanlaştırarark ve her bireyi teker teker “ Ben bir Japonyayım!” diyerek kalkınmasını yenilemiş, yeni şeyler denemektense, denenmişi yenileyerek dünyanın sayılı ülkeleri içinde yerini almıştı…

“Biz neden yapamadık?” sorusu, yolçatındaki Türkiye’yi, Japon kalkınmasını iyi okumaya, doğru okumaya davet eden bir çağrı olarak karşımızda duruyor.

Beşeri ve tabii kaynakların, batı’nın “küre”sinde nükleer silâhlarla sözümona koruma altına alındığı bir Bugün’de, suflörürün söylediğini tekrarlayıp duran papağan bir ülke olmak istemeyen ulusları ya küresel bir yalnızlık ya da duygu akrabalığı olan kültürlerle güçlü işbirliktelikleri bekliyor.

İşte Japonya tam da bu noktada Türkiye’nin karşısına çıkıyor. Japon dilinin Ural-Altay ailesinden oluşunu ya da Japon tarihçi MORİ MASAO’nun “Japonların ataları Göktürklerdir” tezini bir yana bıraksak bile, Japon kültürünün, gerçek, olgu, insan, emek, hüzün, bilgi, sanat gibi hayatı üreten algılarıyla. Türk Kültürünün aynı konulardaki algıları birbirine çok yakın duruyor. Bu bağlamda, bugünün yol kavşağında; bu iki kültürün birbirini, batı’nın üstten duruş içeren yargılarına itibar etmeden doğru okumaları oldukça önem kazanıyor.

Japon’un harasıyla, Anadolu insanının bağrı arasındaki duygusal arka plân ortaklığı bile , bu iki medeniyetin,birbirlerini doğru anlamalarına yetebilir ve doğru okumanın ilk adımını oluşturabilir.

Batı’nın, dünyayı, batılılar ve kalkınmaması gerekenler diye iki kategoride algılayan ceberrut öngörülerine inat, sufi düşüncesinin “bir hırka bir lokma geleneğiyle, Japon kültürünün Tatami algısı” bu dayanışmasının dinamosunu oluşturabilir.

Yine batının, tarihin gidişatını ve gerçeği çizgisel bir akış gibi dayatışının aksine, Japon ve Türk kültürlerinin döngüsel hakikat anlayışı, bu niyet kardeşliğine zemin teşkil edebilir.

Canagova valisi Prof. NAGASU KAZISCI’nın batılı iktisatçılara hitaben “Bazen dünyanın Japonya’ya gerçekten ihtiyacı olup olmadığı konusunda kuşkuya kapılıyorum. Siz bizim varlığımızı gerçekten gerekli görüyor musunuz” deyişi, bir soru olmaktan ziyade, batının, kendinden olmayanı yok eden ya da yok sayan yaklaşımına bir yumruk atış yürekli bir isyandı aslında..

Aynı soruyu sormamamak, daha doğrusu aynı isyanı yaşamamak için, küresel yalnızlığımızı duygu akrabalarımızla gidermek ve birbirimizi doğru kodlarla anlamak zorundayız.

Varlığını tabiata hükmederek; kendinden olmayanları yoksayarak ya da yok ederek sürdüren batı iştihasına karşı, tabiatı insanlaştırarark, bilgiyi ve teknolojiyi insanîleştirerek, bu duygu akrabalığını, teknik bir işbirliğine dönüştürebilir ve tarihin akışını doğal seyrine oturtabiliriz.

S. Ağa Baydili

Siyasetcafe.com

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.