KENDİ İLE DERTLEŞEN ADAM!
…bu yazı kendisi ile dertleşen bir yetimin iç alemindeki yolculuğunun cümlelere düşmüş halidir!
Susamıştım!
Bardağımda yalnızca bir damla su vardı ve ben bir çölün ortasındaydım…
Çile, sadece çile ile ıslanıyordu ruhum.
Beni bekliyen bir Leyla yoktu, zira ben Mecnun olmak hiç istemedim.
Hayallerim vardı… Tertemiz, samimi hayaller.
Ben “VATAN KURTARACAKTIM!”
Bu hayallerle ölümü düğün sayarak her zalime Deli Dumrul olmaya çalıştım… yumruğumdaki yara izleride işte bu yüzdendir.
Kıyasıya bir savaştaydım!
Gündüzler fikri mücadele ile geçiyor, geceler şahitsiz militanlıklara imza atıyordum…
Kıyasıya bir savaştı bu!.
Ve karşımda sivrisinek bombardımanını aratmayan binlerce kelimeler uçuşuyordu.
Yani Sloganlar.
Bu kavgada karşımdakileri acımaya yanımdakiler fırsat vermediler…
Aynı bombardımanı `zafer kazanacağız `diye yapıyor, beni de zaman zaman bunlara indandırıyorlardı.
Karşımdakiler beni vurdukça, yanımdakiler bir kör kuyuya attılar.
Sloganlar sonucu fezada yayılan kelimeler yere indiğinde kan damlası oluyorlardı.
Bu kan damlaları ellerime bulaşırken, sırtımdaki hançer izlerini bile hissedemedim.
Ve bir gün şöyle haykırdı Cemil Meriç;
`Sloganın İslamiyet’le, Türklükle alakası yoktur. Üç kelimelik düşünmedir, tefekkürsüzlüktür. Tefekkürün cendereye sıkışmasıdır. Düşünce, slogan olduğu müddetçe dinamittir. Dünyada hakikate en büyük ihanet, onu üç kelimeye hapsetmektir. Slogan, Molotof kokteylin yerini tutar. Memleketi tımarhaneye uğratan slogandır. Slogan acz ifadesidir. Sloganla hiçbir mesele halledilemez. Slogan hakikatin katlidir. Slogan, şahsiyetsizliğin ifadesidir. Bir iş yapamayan kimsenin sözüdür. Mutlak suretle sloganlara son vermeliyiz. Slogan küfürdür, küfürle işe başlanmaz.`
Meriç`ten bu cümleleri okurken elimde kitap, karşımda penceremin buğulanmış camı vardı.
Sonra camdan derin derin baktım;
Yoldan gelip geçen insanlar vardı…
Hayvanlar da vardı…
Bir yaşam telaşıydı herşey.
Kediler kuş peşinde, kuşlar su peşindeydi.
Elinde asasıyla hayata tutunmaya çalışan bir ihtiyar, elinde topları ile cıvıl cıvıl oynayan çocuklar.
Gözlerim sadece ufuk çizgisine kadar görebiliyordu oysa öteleride vardı biliyordum.
Geçmişime gidiyordum!
Beynimde sloganlı zamanlar zonkluyordu, dayanamıyordum…
Yüzümüm yıkamak için çeşmeye koştum ve aynanın karşısında buldum kendim.
Cam ve ayna aynı malzemeden yapılmıştı ama işlevleri farklıydı.
İkiside aynı malzemen olmasına rağmen aynanın üzerine çekilen incecik bir gümüş tabakası ne kadar kapatıyordu görüş açımı.
Camdaki ufuk yoktu ayna da ve aynadaki yüzümle içimdeki ben baktık birbirimize.
Biliyordum aynanın arkasıda vardı, içindeki ise benim sadece yansımamdı.
Camdan bakarken ufkumu, aynadan bakarken arkamı görüyordum.
Oysa tam şuramda, yani sol yanımda deliçe çırpına bu kalp cam kadar şeffaftı.
Öyle ise; onu altın gibi, gümüş gibi dünyalık süslerle bezemenin ne anlamı vardı?
Bir zümrenin emir kulu değilim, olamamda…
Hiçbir merkeze biat etmedim, etmem de…
Vazifem var benim : Hakikatleri bulmak, onu haykırmak.
Artık sloganların gölgesinde geviş getirmek istemiyordum.
İnsan doğmak mı, insan olmak mıydı hakikat?
Sokakta insanlar boğazlanırken, aklın asaletine sığınarak elini kolunu bağlamak ihanet değil miydi?
İhanet etmek istemedim ve kalbime teslim oldum.
Ben susamasaydım ; camdan bakar gibi göremezdim kelimeleri.
Ben susamasaydım ; aynaya mahkum kalır ve yalnız kendimde kalırdım.
Susamak en kutsal olandı!
Mesele; susuz kalmak değil, suyun var olduğunu bilmektir.
Mesele; bardağın dolu tarafını görebilmektir.
Evet …bu yazı kendisi ile dertleşen bir yetimin iç alemindeki yolculuğunun cümlelere düşmüş halidir.
Bardağında bir damla suyu kalanlara selam olsun.
Selçuk Düzgün