Kanadalı ne getiriyor?

Özgür UYANIK

Ekonomi dediğimiz şey eğitim gibi, toplum sağlığı gibi tutarlı bir bütünlüğe dayanmıyor ve o ülkenin kendine özgü coğrafi, kültürel, ilişki ve alışkanlıklarına göre kurulmuyorsa istikrar sağlamak mümkün olmuyor. Mesela bir ülkenin havası, suyu kirlenmişse o ülkenin sağlık politikasının iyi olmasına imkan yoktur. Doğayı verimli kullanmayan, kirleten iş kolları daha masraflı sağlık harcamalarına yol açar. Ya da eğitim parçalanmış, bilimsel temellerinden koparılmışsa her köye üniversite yapsanız ne yazar? 

Ekonomi deyince Türkiye’de herkesin aklına tüccar, müteahhit gibi adamlar geliyor. Oysa ekonomi denilen şey topraktan başlar. Toprağa egemen olamayanın ayakları yere basmıyor demektir. Küresel güçlerin tümü, teknolojiden önce toprağı verimli kullanmayı bilenlerdir. Sonra geliştirdikleri teknolojiyle bu verimi daha üst seviyeye çıkarmayı, böylece fazla üretimi başka ülkelere satmayı başarıyorlar. Dünya gıdasının neredeyse %70’ini beş şirket sağlıyor. Bunların tümü de Kanada merkezli.

Marmara Bölgemizin yarısı büyüklüğündeki Hollanda yılda 100 milyar dolardan fazla tarım ürünü ihraç ediyor. 2018 yılında %6,5 büyümüş olan bu ülkenin Gayrı Safi Yurt İçi Hâsılasının %80’i ihracata dayanıyor. Bunun önemli bir kısmını da tarım ürünlerinden sağlıyor. Patates, soğan, domates ve çilekte dünya pazarını ellerinde tutuyorlar. Dünyadaki patatesin %18’i Hollanda’dan geliyor. Bunu eğitim ve teknolojiyle sağlıyorlar. Normalde 9 ton ürün alınan 4 bin metre karede 20 ton patates üretiyorlar. Topraksız ve organik tarımda öncü durumdalar.

Bizde halen doğanın üretimin önünde engel olduğu fikri hakim. Doğanın yok oluşunu üretimin artmasının kaçınılmaz sonucu olarak görüyoruz. Oysa biz ağaca hasretken en büyük endüstrilerin olduğu Avrupa’da ormanlar korunuyor.  Fransa, Almanya, İspanya’da kentlerin hemen dışında büyük tarım alanları, mandıralar, çiftlikler başlıyor. Doğanın yıkımının maliyeti yüksek olduğundan günümüz teknolojileri onunla uyumlu üretimi esas alıyor.

Kirazlı’daki altın madeni bizi eğitim, üretim, teknoloji ve birikim üzerine yeniden düşünmeye zorluyor. Kuşkusuz günümüzde ve geçmişte hemen tüm milli yönetimler yeraltı ve üstü kaynaklarını işletmeyi birikim sağlamanın en kestirme yolu olarak görmüşlerdir. Latin Amerika’nın Chavez, Cristina, Correa, Lula gibi milli ve halkçı yönetimleri de aynı yolu izledi. Zaten iktidara gelir gelmez yeraltı kaynaklarını millileştirme politikasının ekonomik olarak doğal sonucu buydu. Özellikle petrol ve gaz gibi stratejik kaynakları devletleştirme ölüm kalım meselesiydi. Altın, gümüş gibi değerli metaller ile bakır gibi hammadde kaynakları biraz daha geri planda kalmakla beraber önemini koruyor. Hiçbir iktidar yer altı zenginliklerinin çıkarılmasına karşı duramıyor. 

Diğer yandan ulusal egemenlik iddiasında olan her ülkede yabancı şirketlere maden işletme izni verilmesi tartışma konusu olmuştur. Zira batılı sömürgeciler gittikleri her yerde önce o ülkenin değerli madenlerini yağmalamıştır. Bunu yaparken de kendilerine işbirlikçi yönetimler kurmuş ve halkı köle olarak madenlerde kullanmıştır. Bugün batının bu sömürgeci mantığının değiştiğine dair hiçbir veri bulunmuyor. Geçmişten farkı şimdi işgal ile değil yatırım bahanesiyle bunu gerçekleştirmeleri.

Kanada madencilik konusunda özel bir yere sahip. Zira dünya maden şirketlerinin %57’si Toronto borsasına kayıtlı. Dünyada en büyük maden faaliyetlerinin olduğu Latin Amerika’daki madenlerin neredeyse %80’i Kanadalıların elinde. Sonuçları ise toplumsal çatışma, artan yoksulluk, doğa felaketleri ve siyasal krizler. 

Bir maden işletmesi nasıl rejim krizine yol açar bunu anlatmak uzun sürer ama kısaca milyarlarca dolarlık karlar elde eden bir şirket sizce yabancı bir ülkede doğal ya da toplumsal dengeleri önemser mi? Kanadalı şirketler gittikleri yere zenginlik değil sömürgecilerin yüzlerce yıllık tecrübesini taşıyorlar. Siyanür kullanılan bir yerde doğa yıkımının kaçınılmaz olduğunu, su kaynaklarının tüketileceğini, oluşan toz bulutunda insanların ve ormanların yaşayamayacağını kendileri iyi biliyor. Yöre halkının artık tarım ya da turizmden gelir elde edemeyeceğini bu nedenle işsizlik ve yoksulluğun artacağını, zorunlu göçlerin yaşanacağını ve tüm bu felaketlerin toplumsal çatışmaya yol açacağını yüzlerce yıldır tecrübe etmişler. Çıkar gruplarını kendilerine bağlamayı, medya yoluyla manipülasyon yapmayı ve yargıyı kullanmayı mükemmel biçimde beceriyorlar. Hatta bir çok yerde suç çeteleriyle işbirliği yapıp cinayetler işletiyorlar.

Bu konuda söylenecek çok şey var. Mesele bölgede villa sahibi kişilerin, Avrupa’dan fonlanan çevre vakıflarının ve ikiyüzlü muhalefetin tepkisine indirgenemeyecek kadar kapsamlı. Üniversitelerimiz, devletin denetim ve yargı kurulları özel olarak Kirazlı ve genel olarak madencilik faaliyeti üzerine bilimsel, ekonomik ve hukuki bir çalışma yürütmeli. Ekonomimize katkısı doğa ve toplum üzerindeki etkileri göz önünde tutularak değerlendirilmeli. 

Benim kanaatim, Türkiye’nin nüfus ve yüzölçümüne oranla su ve orman kaynakları açısından dünyanın en fakir ülkelerinden biri olduğudur. Latin Amerika gibi dünya su ve ormanlarının üçte ikisini barındıran bir kıta da bugün neredeyse hiç siyanürle kirletilmemiş nehir kalmadığına göre Türkiye kısa sürede yaşanılmaz bir yere dönüşebilir. Madencilik bizim gibi kaynakları kıt bir ülke için doğru bir birikim modeli midir üzerine düşünmek lazım. 

Hem Arabın petrolü vardı da ne oldu? Biz de şimdiye dek altın çıkarmadık diye kimseden geri kalmadık. Hollanda’dan 20 kat büyük toprağa sahibiz. Eğer suyumuzu ve toprağımızı koruyabilir ve verimli kullanabilirsek Kanadalının çıkarıp onda birini bize vereceği altına muhtaç olmayız.

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.