Gerçeklerin kaldırılamaz kadar ağır görülmesi karşısında “yumuşak kucak”larda yetişmiş olanlar derhal geriye çekilmeyi tercih ederler. Zorlukları aşarak fiziki çevrede kendisine özgü bir dünya kuramayanlar hayallerine iltica ederek düşledikleri dünyalarını içerde inşa ederler.
Daha sonra da hayallerde inşa edilen dünya ile fiziki dünya arasındaki açıklık bu kafalarda bunalıma neden olur. Kendilerini hayalleri kadar büyük sananların gerçekler ile muhatap olduklarında yaşadıkları travma da hayalleri kadar büyük olmaktadır. Çünkü emellerin gerçeklerin boyutuna indirgenme mecburiyeti kolay hazmedilecek bir olgu değildir.
Belalar, musibetler ve saldırılar gerçeği kışkırtır. Beklenmeyen saldırılar gaflet uykularını sona erdirir. Hayallere gark olanları ancak travma yaratan şoklar gerçeklerle yüzleştirir. Gerçeği idrak edebilmek için kişiler gerçek karşısında çaresizliği sonuna kadar tatmaları gerekir.
Zira işkencenin tarifi, tasnifi ve anlatımı ile yaşanması aynı şey değildir. Bu nedenle gerçekler dünyasından kavramlar dünyasına iltica edenler her zaman dünyayı algılamakta sıkıntı çekerler. Çünkü dünyada henüz kavramlar tarafından kurşuna dizilen insan yoktur.
Yaşamak gerçeğe ve dünyaya evet demenin bir başka yoludur. Maliyeti ne olursa olsun yaşama sırt dönmemek, yenilgiyi zafere çevirmenin ilk basamağıdır. Çünkü her yenilgi ölüm kokar. Dünya, artık yaşamış olmaya zafer ilan eden karınca adamın dünyasıdır.
19. yüzyılın başından bu yana teknoloji bireyin aklı ile yüreği arasındaki bağlantıyı koparmış, inançları tereddüdün hâkimiyeti altında almıştır. 21. Yüzyılın başında da tek kutuplu neoliberal fırtına; grupları, yapıları, cemaatleri ve aileleri çözdü.
Toplum polarize olunca birey de atomik bir serseriye dönüştü. Azgınlaşan küreselleşme bireylerin yakınları ve hem cinsleriyle olan bağlarını koparmakla kalmamış aynı zamanda onları bir birlerinin çıkarlarına da düşman hale getirmiştir.
Bireyselleşmenin özgürlük üreteceği beklenirken çaresizliği, cesaret ekeceği beklenirken de güvensizliği tetiklediği ortaya çıkmıştır.
Varlığına ve yaşamına yabancılaşan insan risksiz bir dünya arzulamaya başladı. Bunun içinde iddialarına, tezlerine, kabullerine ve retlerine yeni anlamlar yükledi. 21. Yüzyılın insanı bir anlamda hedef küçültürken değerlerini rehine verdi.
Artık geniş kitlelerin ‘dünyayı değiştirmek’ bir yana ‘anlamak’ gibi de bir iddiası kalmadı. En cesur birey mevcudu muhafaza etmek gibi bir misyonla kendini sınırlandırdı. İdealler hedonizm karşısında yenilgiye uğradı.
Günümüz dünyasında uzun zamana yayılan ve gerçekleştirilmesi imkânsız iddia ve ideallerin yerini zevkler aldı. Artık insanların beklemeye tahammülü yok. “Hemen şimdi” sloganı herkesindir.
İnsanlar değerlerle davranmanın önemsizleştiği, özneden çok nesne olmanın ödüllendirildiği bir dünya ile karşı karşıya olduğunu anlamalılar. Artık ideallerin müşterilerinden değil düşmanlarından söz edilmektedir. Rakipsiz nefret ve sınırsız şehvet duygusu en çok satan değer halini aldı. Nefret terörü, şehvet çöküşü üretti.
Bütün çökmüşlüğe ve çürümüşlüğe rağmen insan diye bir varlık varsa ideal diye de bir değer olacaktır. Sözünü ettiğimiz değerlerle yüklü idealler, bir şeyin kalmadığı yerde her şeyin başladığını bilen, zoru meslek olarak seçen, yenilgiden değil tecrübeden söz eden hedefe kilitlenmişlerin idealidir.
Değer yüklülük güvenliği kutsayan, riski lanetleyen tavırlılar üretmez. Sistemin dayattığı ‘kurban ol, kurban kal’ alkışını reddeden kahramanlığı erdem sayan bir anlayıştır bu! Burada sisteme karşın hayatı kontrol etme yürekliliği gösterilir.
Ruhsal çürümüşlüğü ve sosyal çöküşü aşarak erdemli bir yaşam tercih edilir. Büyük biraderlerin (sistemin) idealistlere yönelttiği “mükemmeliyet kompleksi”ne tutulmak suçlamasına ise aldırmaz.
Hayatta kalmayı değil hayatının öznesi olmayı ilke olarak edinir. Edilgenliğin ve duraganlığın değil etkenliği ve aktifliği esas alır. Öyle ya insan olmak kolay değildir.