Bu bayramda yine milyonlarca yurttaş memleketlerine ziyarete gitti. Doğduğu, büyüdüğü evlerinde bayramı geçirdi. Akrabalarını, komşularını gördü, hasret giderdi. Geride kalan büyüklerden hayır duası aldı.
Aklıma şöyle bir soru geldi: Eğer Atatürk yaşasaydı ve bu bayramda doğduğu evi ziyaret etseydi neyle karşılaşacaktı?
Öncelikle büyüdüğü mahallenin şehri olan Selanik’in yalnızca berbat bir yapılaşmayla katledilmediğini, Türklerden arındırılarak kimliksizleştirildiğini görüp kahrolacaktı. O zamanki adıyla Islahhane caddesinden yokuşu tırmanırken doğduğu eve bakacaktı. Ne yazık ki ev adeta demir bir kafesle örüldüğünden onu tanımakta zorlanacaktı. Fakat asıl şaşkınlığı içine girdiği zaman yaşayacaktı. 2013 yılında yapılan tadilat sonucunda evde O’nun doğduğu döneme ait orijinal hiçbir şey bırakılmadığını fark edecekti.
Yer döşemelerinden duvarlara, eşyalardan kapılara kadar her şey yepyeni Atatürk’ün evinde. Bütün hatıralar silinmiş. Bir müteahhit eliyle yapılmış, lüks bir villa hatta yer yer kuyumcu dükkanı gibi.
Atatürk'ün evinde hiçbir eşya da kalmamış. Her ne akılsa buradaki eşyaları değişik müzelere dağıtmışlar. Gerekçe de eşyaların aslında Atatürk'e ait olmadığı. Ama o tarihe kadar bu eşyaların Atatürk'e ait olduğu söyleniyordu. Olmasa bile evin orjinal parçalarını sağa sola dağıtma mantığı neye dayanıyor? Tadilattan önce olan Atatürk'ün elbise, kalem, tabaka gibi özel eşyaları da yok.
Evler de kitaplar gibi kendine özgü kokusu, ışığı var. Asırlık bir ev ile yeni yapılmış bir mekanın kokusu, ışığı aynı olur mu?
Bazı önemli kişisel ev-müzeleri görme imkanım oldu. Bunların içinde, barındırdığı hatıra-eşya açısından en zengini Pablo Neruda'nın Şili başkenti Santiago'daki "La Chascona" isimli evidir.
Ev olarak da en hoşuma giden yine usta şairin Pasifik kıyısındaki Isla Negra'daki evidir. Bu ev aynı zamanda Neruda'nın "Canto General" şiir destanını yazdığı ve hayatının son günlerini geçirdiği evdir. Neruda evlerinin en önemli özelliği çok fazla sayıda kişisel objenin korunması ve her objenin ayrı bir öyküsü olmasıdır. Neruda uzun yıllar dünyanın değişik yerlerinde diplomatlık yapmış sonra rejimle sorunlu hale gelince de Sovyetler Birliğinin uluslararası barış konferansı başkanı olarak dünyayı dolaşmıştır. Üstelik 20.yy'ın en önemli şairleri arasında olduğundan dünyanın her yerine davet edilmiş biriydi. Kişiliğinin bu çok yönlülüğü sebebiyle de çok fazla hatıra biriktirmiş. Evlerini gezerken adeta onun tüm hayatı gözlerinizin önünden geçiyor.
Latin Amerika tarihi üzerine yaptığım çalışmalar sırasında Ernesto “Che” Guevara’nın yaşamındaki tüm önemli durak noktalarını ziyaret ettim.
Arjantin’de doğduğu Rosario’daki ve büyüdüğü Alta Gracia’daki evlerine uzun yolculuklar yaptım. Küba ve Bolivya’da savaştığı cephelerde, ele geçirildiği ve öldürüldüğü yerde incelemelerde bulundum.
Che, malum 19 yaşından itibaren fırtınalı bir hayat yaşamış biriydi. Bu biçimde yaşamış birinin hatıra biriktirmesi neredeyse imkansız olmasına karşın geriye kişiliğini yansıtan bir çok mekan ve eşya bıraktı. Bunlardan en önemlisi Arjantin’de Cordoba’ya bağlı Alta Gracia’da büyüdüğü evdir. Carlos Pellegrini mahallesi Avellaneda sokağı 501 numaralı ev Che'nin en canlı hatıralarını yansıtan tüm Latin Amerika'daki en iyi düzenlenmiş mekan. Gerçekten şaşırtıcı çünkü Che Müzesi neredeyse sıfırdan yaratılmış. Zira ev Che'nin ailesine ait değil burada kiracılarmış. Fakat evin eşyaları o dönemden beri korunuyormuş. Alta Gracia belediyesi -tam da Arjantin tarihinde ilk kez bir başkanın halk ayaklanmasıyla yıkıldığı- 2001 yılında burayı kamulaştırarak müzeye çevirmiş. Sadece ev ve eşyaları da orijinal değil üstelik Latin Amerika turu yaptığı -arkadaşına ait- motor bile orada! Che'nin çocukluk fotoğraflarını görenler bu evi gördüklerinde geçmişe yolculuk yapmış gibi hissediyorlar. Sade ve insanı duygulandıran bir düzenleme yapılmış. Girişte de sizi evin duvarında oturan "küçük ernesto" (ernestito) karşılıyor.
İşte Che'nin çocukluğunun geçtiği bu evin güzelliği öncelikle orijinalliğinin hiç bozulmaması. Objeler ancak orijinal bir mekan içinde kişiselliğini koruyor. İkincisi mahallenin de aynı kalmış olması. Fotoğraflara baktığınızda küçük Che şurada oynamıştı diyebiliyorsunuz.
Meksika başkentinde önemli bir semt olan Coyoacan’da Frida Kahlo’nun evi de dünya çapında ünlüdür.
Bu evde doğmuş, büyümüş, eşi dünyaca ünlü ressam Diego Rivera’yla yaşamış ve orada ölmüştür. Doğrusu bu kadar ünlü bir sanatçının doğumundan ölümüne yaşadığı evde çok şey görmeyi umarak gitmiştim. Fakat Frida’dan çok evde eşi Diego’nun izleri güçlü. Bende uyandırdığı izlenim; eğer Frida zengin bir semtte doğmamış olsaydı ve Diego Rivera ile ilişkisi üzerinden Meksika’nın en elit çevrelerine girmeseydi bugün adını çok az kişi duyardı.
Yaşadığı mekan bireyin kişiliğinin oluşmasında etkili olduğu gibi kişilik de mekanı dönüştürerek kendine ait kılar. Altın suyuyla yıkanmış bin odalı saraylar yapmak insanın kişiliğini yüceltmez ve onu tarihte önemli bir yere getirmez. Aksine bir mekanın gösterişi ve heybeti arttıkça kişiliksizleşir, hatta gereksizleşir.
Küçük bir ev yalnızca bir hayata değil kuşaklar boyu bir aileye yuva olur. Emek ve sevgi vererek, bir mücadele sonucu kazanılarak oraya konmuş her eşya mekana kişilik kazandırır. Gösterişe dayalı ısmarlama mekanlar özgün olmayan bir hayat biçimini dayatır.
İşte bu yüzden büyük kentlere göç etmiş halkımız her bayram köyüne dönmek için canını tehlikeye atıyor. O küçük ve yoksul evlerde, artık kimsenin işlemediği kıraç topraklarda onları var eden kökler var. Kokusu ve ışığıyla o mekan gerçek. Müteahhit eliyle değil analarımızın, babalarımızın emeğiyle kurulduğu için bize ait.
Eğer geriye kalıcı bir şey bırakmak istiyorsak önce evimizden başlayalım. Çünkü ev sadece barındığımız yer değildir.