Yeni rejimin ilk belirtileri sokaklardan evlerimize yankılanan silah sesleri oldu. Biliyorduk, bu barışla gelen bir değişim değildi. Türkiye 1990’ların başlarından beri Orta Doğu’dan tetiklenen bir savaşa zorlanıyor. Aylar öncesinden Suriye topraklarında dahil olduğumuz muharebeler bunun neticesidir. Fakat yine de her sağlıklı insan huzur getirecek bir değişimden yanadır. Meclisin uzun süredir devre dışı bırakıldığı, Cumhuriyetin ilke ve kurumlarının işlemediği bir ortamda, kazanan taraf, zaferi silahlarla kutluyorsa bunun anlamı, savaşın içeride devam ettiğidir ve kaybedenler ölümcül yenilgilerini kabul etmelidir. Silah seslerinin anlattığı şey budur. Mesaj yerine ulaşmış, av tüfeklerinden çıkan barut ve patlamalar çocuklarımızın benliğine şimdiden kazınmıştır.
Bir toplumun hafızası açlıkla silinmez. Kafaya ve ruha alınan darbelerdir toplumsal hafızayı silen. Toplumsal bellek ise sanıldığı gibi yetişkinlerle değil çocuklarla yaşayan bir şeydir. Şiddet ve savaş ile sıfırlanır çocukların bilinci. Kendisini koruyan bir toplumdan yoksun olduğunu hisseden çocuk ilkel benliğine sığınır. Hayatta kalmak için güce ihtiyacı olduğu beynine kazınmış bir çocuk, uygar bir dünyanın parçası değildir. O artık yağmalanmış, paramparça edilmiş ve terk edilmiş bir dünyaya aittir.
Henüz seçimin barut dumanı dağılmadan kaçırılan, vahşice katledilen ve hatta tecavüze uğradığı iddia edilen, okul çağına gelmemiş çocuk haberleri evlerimize doldu. Budur savaşın en büyük kanıtı. Dünyanın kötülüklerinden habersiz kurban olmuş yavrucakların yarım kalan gülüşleri hafızamıza kazındı. Ve yeni rejimin galipleri idam ipini ortaya attı.
Bu köşede yayımlanan “Sübyancı öldü problem çözüldü”(4 Mart 2018) başlıklı yazımda çocuk istismarı ve çocuklara yönelik şiddete değinmiştim. Devletin ve toplumun bu konudaki sorumluluklarının hiçbirini yerine getirmeden meseleyi suç-ceza ikilemine indirgenmesini eleştirmiştim. O yazı şöyle sonlanıyordu: “Yetişkinler arası ilişkilerin bile saygı ölçülerine göre düzenlenmediği bir toplumda çocukların haklarına ne kadar saygı gösterilebilir ki?”
Arjantin’e ilk gittiğim sıralar en çok şaşırdığım şeylerden biri çocuklara tanınan serbestlik ve ayrıcalıklardı. En tuhafıma giden de otobüste çocuklara yer verme zorunluluğuydu. Çocuklar ana babasının kucağında değil, yetişkin bireyler gibi kendi başlarına oturuyordu. Bu durum bir parkta ya da kafede de değişmiyordu. Toplum çocuklarla yetişkin bireyler gibi iletişim kuruyor ve onlara saygı gösteriyordu. Kuşkusuz Arjantin’de de çocuk istismarı oluyor ama bunun bizdeki gibi vahşete vardığı pek duyulmuş değildir. Orada problem çocuğun toplumdaki yerinden kaynaklanmıyor. Sorun daha çok sınıfsal. Örneğin, mutlak yoksulluğa mahkum edilmiş bir çocuğun suça yönelmesi durumunda onun çocuk olarak değil suçlu olarak değerlendirilmesi. Bizse henüz bunu tartışmaktan çok uzağız.
Yazıda başladığımız yere dönersek; her türden rejim altında devlet daima vasatların kontrolündedir. Fakat bu vasatı belirleyen, içinden çıktığı toplumun gelişmişlik düzeyidir. Bu acı gerçeği sadece Türkiye’de değil, rejimlerini desteklediğim başka ülkelerde de tecrübe ettim. Bu nedenle rahatlıkla bizim vasatımızın medeni bir düzen kurmak için yeterli olduğunu söyleyebilirim. Ancak şu seçim manzarasında İstanbul’un göbeğinde bile patlayan silahlar vasatın bir hayli altında, kendini medeni biçimde ifade etme kapasitesinden yoksun bir tabana tanınan gücü yansıtmaktadır. Bu “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” politikasıdır. Aynen idam meselesinde olduğu gibi “Bakın bizden de beteri var” demektir.
Doğru; beterin beteri var ama alçalmanın da dibi yok. Bir toplum sorunlarının çözümünü en alttaki algıya göre yorumlamaya başlarsa ortada medeniyet adına bir şey kalmayana dek bunu sürdürür. Çocuklarımızı kurtarmanın başlıca yolu medeni bir toplumda yaşatmaktan geçiyor. Vasatların bile yönetme hakkı ancak böyle bir toplumda mümkün olur.