İstanbul Sözleşmesi, özellikle de dinci tayfanın itiraz ettiği bir konuydu. Etrafında toplananları ve destek çıkanları da hedef aldıkları yazılarında konuyu, her zamanki gibi dinsel bir sığlık çerçevesinde ele alıp eleştirdiler. Sözüm ona eleştirirken de şiddeti, tecavüzü ve her türlü baskıyı kutsal aile adına meşrulaştırıp egemen erkek toplumunu yüceltip, kadın ile erkek dışında kalan ve kısaca LGBT olarak anılan kimliklere ise bol galizli küfürler savurarak dışladılar. Okuduklarım arasından seçtiğim Abdurrahman Dilipak’ın 27 Temmuz 2020 tarihli yazısı ile benim gibi bu sitenin yazarlarından olan Av. Mehmet Yaman’ın 02 Ağustos 2020 tarihli yazısı ise neredeyse birbirinin replikası gibiydi. İkisi de bu sözleşmeyi aileye tehdit olarak görüyor ve savunanlara Dilipak Fâhşa (Arapça: Fahişe) derken, bir hukuk adamı olan Yaman ise tam altı defa “İbne, ibnelik” sözcüğünü tekrarlıyor. Yaman, bununla da kalmıyor öldürücü zehir, sorumsuzluk, ihanet projesi, ahlaksızlığın kaynağı, iftira, tahribat, hile gibi artık ne bulduysa aynı torbaya doldurup yekûn çıkartabiliyor. Bu iki makaleyi okurken gerçekten de irkilebilirsiniz çünkü yalnız ailenin değil Türkiye’nin yıkıldığını, Sevr’in yeniden imzaya açıldığını ve hatta kapitülasyonların geri geldiğini zannedebilirsiniz.
Gerçekte iddia ettikleri gibi sorun ne sözleşmede ne de sözleşmeyi hazırlayanlardadır. Asıl sorunun kendisi bu ve benzer sözleşmelere ihtiyaç duyulmasında saklıdır. Çünkü bu sözleşme, hiçbir konuya objektif yaklaşamayan merkeziyetçi benliğin, feodal kafaların başta çocuklar olmak üzere kendi cinsleri dışındakilere yönelik cinsel ayrımcılılığı, istismarı, tecavüz ve cinayetleri aile kutsallığı potasında eriterek bastırılmış duygularını gizlemeye çalışanların karşısındadır.
Özgürlük Fermanı mı Yoksa Kutsal Kölelik mi?
Türkiye’nin kurucularından olduğu Avrupa Konseyi’nin hazırladığı ve Avrupa birliği üyesi devletlerle birlikte Türkiye’nin de dâhil olduğu 45 ülkenin imzası olan sözleşme, herhangi bir ayrım gözetmeksizin cinsiyet üzerinden şiddete ve baskıya uğrayanların korunmasını amaçlayan, kılavuzluk eden uluslar arası bir metindir. Tarihin makarasını Dilipak ve Yaman gibi M. Ö 1900’lü yıllara kadar yaşamış Lut kavmine kadar çevirmeye de gerek yoktur çünkü ihanet belgesi şeklinde yorumlayabildikleri bu sözleşmenin dayanağı da temeli de 1215’te imza edilen ve insanlığın “Manga Carta”sı, Türkçe anlamıyla da “Özgürlük Fermanı” olarak kabul edilen sözleşmedir. Papa III. İnnocentius ile kral John ve baronları arasında imzalanan bu fermanla tarihte ilk defa kralın yetkileri kısıtlanmış, kanunlara uygun davranması hüküm alınmış ve hukukun, kralın arzu ve isteklerinin üstünde olduğu kabul edilmiştir. Dikkat edilirse, hukukun üstünlüğü ilk defa bu fermanla hüküm altına alınırken baronların, kralın hükümlerine karşı geleceği de 61. Madde de garanti altına alınmıştır. İnsanlığın, kul ve kölelikten kurtuluşunun belgesi olan bu sözleşme aynı zamanda günümüz anayasal düzenin kurulmasına da ilham kaynağı olmuştur. İnsan Hakları Bildirgesi, onun güncel yorumu olan İstanbul sözleşmesi ve Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi de işte bu fermanın günümüz koşullarına göre değişime uğrayarak gelmiş şeklidir fakat öz aynıdır. Peki, genel çerçevesi, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin bütün insanların özgür doğduğuna, onur ve haklar yönünden eşit, akıl ve vidan sahibi olduklarına, ırk, renk, din, dil, köken arasında ayrımın yapılamayacağına dair hükümlerden ibaret ve birbirini tamamlayan sözleşmelerden İstanbul olanına itiraz ediliyor da İnsan Hakları Bildirgesine neden sessiz kalınıyor? Ellerinin tersiyle ittikleri eşitlik, vicdan, onur, hak ve hukukun karşısına ortaçağdan kalma kral, şah, aşiret gibi feodal sistemin kölelik düzeni koyduklarının, aynı zamanda da anayasal düzene karşı çıktıklarının farkında değiller mi?
Bu sorunun yanıtlarını, sözleşmenin taraf ülkelerde uygulanmasını izleyen GREVIO’nun 15 Ekim 2018’de yayınlandığı raporda da bulabilirsiniz. Söz konusu raporda dikkat çeken en önemli tespit, Türkiye’de kadına yönelik şiddete ilişkin resmi verilen bulunmaması ve çabalarının da yetersiz olduğudur. Resmi verilen bulunmaması ya da sessiz kalması gibi ifadeler, gerçeklerin kamuoyu ile paylaşılmadığı veya gizlendiği anlamına geldiğini hatırlatmak isterim. Pek tabii ki bunlara göre GREVIO’da kusurludur çünkü bu konudaki gerçeklerin üzerine atılan demokrasi ve din gibi kalın örtüyü kaldırmıştır.
Siz de Az Pezevenk Değilsiniz!
İstanbul Sözleşmesinin giriş bölümünde kadınlar ve erkekler arasında sağlanacak eşitliğin, kadına karşı şiddetin önlenmesinde temel bir unsur olduğu dile getiriliyor. Ayrıca yalnızca kadın değil, erkeklerin de toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin mağduru olabileceği kabul edilirken özellikle de kız çocuklarının şiddet riskine daha büyük oranda maruz kaldıklarının altı çiziliyor. Pek tabii ki sözleşmenin Türkçe çevirisinde bazı sorunlu kavramlar da yok değil. Bunlardan birisi Mehmet Yaman’ın ciddi bir tehdit unsuru olarak gördüğü çift, eş anlamında kullanılan “Partner” sözcüğüdür. Sanırım bazı İngilizce terimlerin Türkçe karşılığının tam olarak bulunmadığından hele Fransızcadan tercümelerin daha zor olduğundan haberi yoktur. Meselâ; Dilipak’ın kullandığı Fahşa Arapçadır ve Türkçe karşılığı da fahişedir. Ama Fahsa’nın İngilizce karşılığı kuzu etli pirzoladır. Örneğin; Azerice pezevenk, başarılı veya yetenekli anlamına gelmesine rağmen Türkçe de kadın satan veya satıcısı anlamına gelmektedir. Örnekler çoğaltılabilir fakat Yaman’ın partner sözcüğünden türlü senaryolar üretmesi veya bir değil birçok yanlışı doğru zannederek bunun üzerinden küfrü ve hakareti daha üst seviyelere çıkartması, sahra çöllerinde üç yoncalı yaprak aramaya benziyor. Yaman öylesine radikalleşip keskinleşiyor ki, cinsiyetin tıpkı din gibi bireyin tercihi olmadığı, hormon bozukluğundan kaynaklı biyolojik ve psikolojik bir rahatsızlık olduğu gerçeğinden fersah fersah uzaklaşarak kadın ve erkek dışındakilere yaşama hakkı bile tanımıyor. Çünkü ona göre kadın ve erkek dışındakiler, toplumu felakete sürükleyecek potansiyel suçlulardır ve bu sözleşme de onların garantisidir.
İzleme komitesi GREVIO’nun kusurlu bulunmasının, İstanbul Sözleşmesine itiraz edilmesinin temel nedeni, görmek istemedikleri Türkiye karnesinde ki çıplak gerçeklerdir. Çünkü Urfa’da tecavüz sonucu doğuran 14 yaşındaki çocuğun öz akrabasından hamile kaldığını, Bolu’da evlendirilen 11 yaşındaki kız çocuğunun 8 aylık hamile olduğunun ortaya çıkmasını, Samsun da 14 yaşındaki kız çocuğunun eşi tarafından odunla dövülerek hastanelik edilmesini, Gaziantep’te bir hastanede 12 yaşındaki kız çocuğunun yaşının büyütülerek doğuma zorlanmasını görmek istemiyorlar. Sakarya’da kuzeniyle evlendirilen 15 yaşındaki kız çocuğunun kaçarak polise sığınmasını, Tokat’ta evlendirilen 12 yaşındaki kız çocuğunun 4 aylık hamile olduğunun ortaya çıkmasını, Ağrı’da 16 yaşında evlendirilen kız çocuğunun işkence yapılmış halde tuvalette bulunduğunu, İzmir’de 12 yaşında evlendirilen kız çocuğunun sezaryen ile doğum yaptığını duymak istemiyorlar. Adana’da 16 yaşında evlendirilen kız çocuğunun trenin altına atlayarak, Kayseri’de para karşılığı evlendirilen 15 yaşındaki kız çocuğunun kamyon kasasında av tüfeğiyle, Konya’da 16 yaşında evlendirilen kız çocuğunun inşaattan atlayarak, Siirt’te 12 yaşında evlendirilen ve 13 yaşında anne olan 14 yaşında ise intihar eden kız çocuğunu hiç kimsenin bilmesini istemiyorlar. Ordu’da 13 yaşındaki kız çocuğunun 40 yaşındaki birisine, 12 yaşındaki başka bir kız çocuğunun başlık parası karşılığında 50 yaşındaki bir herifin koynuna sokulmasına, henüz 14 yaşındaki kız çocuğunun 10 bin lira karşılığında 9 torun sahibi 70 yaşındaki herife satılmasına itirazları yok ama bunları koruma altına alan sözleşmelere itirazları var. Üstelik bu liste benim ulaşabildiğim listedir ve görüldüğü üzere kadınlar da dâhil değildir.
İşte birbirini tamamlayan bu sözleşmeler, feodal kafaların kutsal aile adı altında meşrulaştırmaya çalıştığı çarpıklığı, toplumsal felaketi önlemek için ihtiyaçtan doğan zaruri metinledir. Verdiğim bu örneklerin hiçbiri de ihanet odağı olarak bellenen CREVIO’nun raporunda yoktur. Üç maymunu oynadığınız bu gerçeklerin mimarı ise yalnızca ahlaksız babalar, utanmaz dünürler ve sapık damatlar değil, arkasında secdeye durduğunuz imamlar ile feodal ilkel kafalardır. İnsanları kendi tercihleri olmayan cinsiyetleri üzerinden ayırıp fahişe, ibne gibi ağır küfürler, hakaretler edenlere, Haydar Aliyev’in Süleyman Demirel’e Azerice söylediği o söz ile sesleniyorum: Siz de az pezevenk değilsiniz!