Geçmişte belki daha da zordu. Ama hala zordur esnaf olmak. Her şeyi ucu ucuna denklersiniz, ancak en ufak sorunda bütün hesaplarınız alt üst olur. Güzel günler de olur dedim ya hep hesap yapacaksınız, çoğu zaman günlük yaşayacaksınız. Tabii aileniz de. Bu Koronovirüs ya da Covid-19 günlerinde evde otururken çocukluğumu, 17 yaşında kaybettiğim babamı ve sigortası, geliri bile olmayan üç çocukla genç yaşında dul kalan annemi hatırladım. İşin garibi babamın da annemin de ikinci evlilikleriydi. Annemin ilk eşi veremden babamın ilk eşi doğum yaparken ölmüştü.
Babam balıkçılık yapardı. Gölden avlanan balıkları satardı. Aynı zamanda İstanbul ve Gemlik’den getirdiği deniz balıklarını da satardı. Yedi yaşımdan sonra oturduğumuz iki katlı evi sattık, yeni kurulan mahallede bir arsa alarak bahçeli iki odalı bir ev inşa ettik. İnşa ettik diyorum, ama evi inşa eden bir usta ile ona amelelik yapan fedakar annemdi. Evin sıvasını bile elleriyle karmış ve yapmıştı. Öbür evi niye satmıştık? Sanırım babamın işleri kötü gidiyordu ya da paraya ihtiyacımız vardı.
İki odalı bir ev, yemek çoğu zaman bahçedeki odun ocağında, bazen de içerdeki odun ocağında pişirilirdi. O yemeklerin lezzetini hala özlüyorum. Bahçede zeytin ağacımız, tavuk kümesimiz,bir kaç meyve ağacımız, sebze ektiğimiz küçük bir bölüm vardı. Tuvaletimiz dışarıda idi. Tuvaletimizin çukurunu annemle birlikte kazardık. Dolunca başka yerde çukur açardık. Suyumuz, elektriğimiz yoktu. Annem ve ben suyu 150 metre ilerdeki mahalle çeşmesinden getirirdik. Hem içme hem de kullanma suyu olarak (bulaşık, çamaşır, banyo, yemek yapımı, tuvalet, el yüz yıkama vb.) faydalanırdık. Büyük bakır, toprak bidon ve küplerde dışarıda dururdu.
Evin en sevdiğim yeri evin giriş kapısının soluna diktiğimiz ve sonra çardak haline gelen asmanın altıydı. Yazın, ilk bahar ve sonbaharda akşam yemeklerimizi çardağın altında annemin kurduğu yer sofrasında ailece yerdik. Tabii etrafımızda bir grup kedi olur, yemekten sonra annemle birlikte onları da beslerdik. Gaz lambalarımız vardı, gece misafirliğe giderken kullandığımız fenerimiz de vardı.
Bahçenin etrafına ağaçtan çit yapmıştık. Ancak odun alacak paramız olmadığı zamanlarda bu çitin ağaçlarını yakardık. Havalar ısınınca tekrar çiti tamamlardık, bazen yeniden yapardık.Döküm sobamız yoktu. Her yıl kışa girmeden önce tenekeciden teneke soba ve borularını alırdık, kış sonunda teneke soba kullanılmaz hale gelirdi ve atardık. Odun yakardık sobada. Odunlar orman köylerinden gelirdi ve bir eşek yükü odunun fiyatı 2,5 lira katır yükünün fiyatı 5 liraydı. Odunlar eve geldiğinde onları sobaya sığacak büyüklükte annemle keserdik.
Hem gölden günlük olarak avlanan balıkları hem de İstanbul’dan getirdiğimiz deniz balıklarını aynı gün satmak durumundaydık Yoksa saklama imkanımız yoktu. İlçenin pazarı Çarşamba günü olduğu için genelde deniz balıkları sabaha karşı İstanbul’dan gelirdi. Ancak tatlı su balıkları her gün gelirdi ve sattığımız kadarından para kazanırdık. Satamadıklarımızı eve götürürdük annem onları tenekelere salamura olarak basardı, bir kısmını da yerdik. Evimizden hiç balık eksik olmazdı. Salamura olarak basılan balıkları, balık avı mevsiminin olmadığı aylarda tenekeyle satardık. Yazın da manav açar ve sebze meyve satardık.
Annem bu kadar işin altından nasıl kalkardı hem merak ederim. Hava şartları kötülediği özellikle de şiddetli Lodos olduğunda babam çok üzülürdü. Çünkü o hava şartlarında balık avlanmazdı ve o gün ve devam eden günlerde ihtiyacımız olan parayı kazanamazdık. Babam anneme 2,5 lira pazar parası bile vermekte zorlanırdı. Ama para kazandığında eve eli kolu dolu gelirdi. Neşelenirdi ve bizleri de neşelendirirdi.Babam eve böyle geldiğinde en çok annem sevinirdi. Çünkü paramız olmadığında annem bir yiyecek bir şeyleri önümüze koymak çabalardı. Ya salamura balık, ya içine karabiber, tuz ve acı pul biber konmuş zeytin yağı, tavukların yumurtası, salça sürülmüş ekmek, yumurtalı ekmek,daha önce yaptığı ve kuruttuğu yufkalardan börek,ya da kurumuş ekmeklerden yaptığı paparayı sofraya koyardı. Sofra boş kalmazdı. Dolayısıyla ne aç yatardık ne de okula aç giderdik.
Korona günlerinde bu ve bunun gibi yüzlerce olayı anımsadım. Günlük kazancıyla yaşayan küçük esnafın ve işçinin nelerle karşı karşıya olduğunun farkında olup olmadığımızı sorgulamamız gerekiyor. Kim nasıl geçiniyor? Günümüzde yaşam şartları geçmişten daha zor. O yıllarda ihtiyaçlarımız bu kadar çeşitli değildi ve insanlar birbirleriyle bu kadar iletişim içinde değillerdi. Dayanışma çok daha iyiydi ve insanlar lükse bu kadar batmamışlardı.Şimdi gemisini kurtaran kaptan misali herkes kendini düşünüyor. Asıl önemli olan bu problem nasıl çözülecek? Birileri ekmeği, yemeği çöpe atarken birileri aç yatmaya devam edebilir mi? Böyle bir düzen ne kadar sürdürülebilir? Aklımızı başımıza toplamalı ve bir sosyal patlamaya neden olacak bu sisteme dur demeliyiz. Yıllar önce bir Komutanıma TSK’deki sorunları anlatırken aramızda şöyle bir konuşma geçmişti; ‘’Komutanım her şey halının altına süpürülüyor ve görmemezlikten geliniyor. Sonunda bu halı patlayacak ve hepimiz bunun altında kalacağız.’’dedim. O da bana’’ ben niye altında kalayım yapanlar düşünsün’’ demişti. Sonrasında 2007 yılından itibaren yaşadığımız süreç başladı.