Türkiye son yıllarda Latin Amerika’ya yönelik bir açılım politikası geliştirdi. Erdoğan son iki yılda üç kez Latin Amerika ülkelerine ziyaretlerde bulundu. Her ne kadar hatırı sayılır oranda bir ekonomik getiri sağlamadıysa da Türkiye’nin kıtadaki etkisi gözle görünür biçimde arttı. Öyle ki kıtada beş yüz milyar dolardan fazla yatırımı olan Çin’le karşılaştırıldığında denizde damla sayılabilecek Türkiye’nin bu kıtadaki kültürel etkisi Çin’i bile aştı. Küba’dan Peru’ya kadar Türk dizileri üzerinden kurulan kültürel bağ aslında birbirimizden çok farklı toplumlar olmadığımızı gösterdi. Şimdi buna bir de siyasal ittifak kurma potansiyeli eklendi.
15 Temmuz sonrası Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşması beraberinde bazı stratejik olanakları getirmişti. Bunlardan biri de Venezuela ile kurulan bağlardı. Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro son bir yıl içinde iki defa Türkiye’yi ziyaret etti. Son ziyaretinde iki ülke arasında çok sayıda anlaşma imzalandı. Venezuela ile ortaklık salt ekonomik düzlemde kalmıyor, çok yönlü askeri işbirliği olanağını da içeriyordu. Venezuela, Türkiye’nin Latin Amerika’daki en önemli müttefiki haline geliyordu.
Bu yakınlaşmada ABD etkisini görmezden gelemeyiz. 15 Temmuz sonrası ABD ile politika ayrılığı netleşen Türkiye’nin, “süper gücün” hedefindeki Venezuela ile ortaklık kurma olanakları arttı. Aslında bu olanak her zaman vardı. Örneğin son Latin Amerika turunda Şili ve Peru’dan hiçbir şey çıkaramayan Erdoğan’ın ekonomik anlaşma yapabildiği tek ülke Bolivarcı İttifak ALBA ülkesi Ekvador olmuştu. Zira Şili, Kolombiya, Peru ve Meksika ABD ile doğrudan ya da dolaylı serbest ticaret anlaşmalarıyla bağlı olduğundan dışarıdan bir aktörün adı geçen pazarlara girme ihtimali yoktu. Erdoğan bunu anlayınca Peru’da serbest ticaret anlaşmalarını, Dünya Bankası ve IMF politikalarını eleştirmişti. Kapitalist dünyanın gerçeklerini Amerika’da keşfeden Erdoğan belli ki “kazan-kazan” rüyasının sonuna gelmişti.
Erdoğan Latin Amerika’da gerçekleri geç keşfetse de Türkiye realist bir noktaya gelmişti. En azından Latin Amerika’da ülkenin enerjisi ve kaynaklarını doğru biçimde kullanıp en kesin sonuçlara ulaşma yoluna girmişti. Şimdi Türkiye’nin gerçekten de Latin Amerika’da bir siyasal aktör, ekonomik bir potansiyel olma ihtimali belirmişti. Buna bir de “genleri” birbirine çok uygun olan Latin Amerika ve Türkiye halkının kaynaşmasını da eklediğimizde Türkiye için büyük bir kapı aralandığı belliydi.
Ancak başarabilmek için ABD ile karşı karşıya gelmeyi göze alması gerekiyordu. Üstelik bunu ABD Başkanı Trump’ın Ulusal Güvenlik Belgesinde Venezuela’yı Kuzey Kore ve İran’la beraber “baş düşman” olarak açıkladığı koşullarda gerçekleştirmek zorundaydı.
İşte bu koşullarda Cumhurbaşkanlığı Venezuela, Brezilya ve Uruguay’ı içine alan bir ziyaret takvimi açıkladı. Fakat son anda herhangi bir neden belirtmeksizin bu turu erteledi. Herkes Erdoğan’ın ziyaretleri neden ertelediğini merak etmeye başlamıştı ki mesele anlaşıldı.
Cumhurbaşkanı’yla aynı gün bir başka önemli şahsiyet daha Latin Amerika turuna çıkıyordu. Bu kişi ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’du. Meksika, Arjantin, Kolombiya ve Peru’yu ziyaret edecek olan Tillerson’un hedefi Venezuela ve Küba’ya karşı kıtadaki ittifaklarını sağlamlaştırmaktı. 1 Şubatta Austin Üniversitesinde konuşma yapan ABD Dışişleri Bakanı, Venezuela’da Maduro’ya karşı Venezuelalı askerlerin eylemini destekleyebileceklerini söyleyerek niyetlerini belli etmişti. Hatta daha ileri giden Tillerson bu eylemin Pinochet benzeri bir sonuca yol açıp açmaması derdimiz değil bile dedi. Hatırlamak gerekir ki Şili’de sosyalist Dr. Salvador Allende yönetimi 1973’te faşist General Augusto Pinochet darbesiyle yıkılmış, Başkan Allende dahil binlerce insan öldürülmüş, kaybedilmiş ve Şili nüfusunun %10’u ülkesini terk etmek zorunda kalmıştı.
Tillerson ziyaret ettiği her yerde aynı sözleri tekrar etmekten çekinmedi. Küba’ya yönelik ambargonun süreceği ve Venezuela’da Bolivarcı rejim yıkılana dek enerjik biçimde çalışacakları sözünü verdi. ABD Dışişleri Bakanının ilan ettiği yüz yıl önce “Büyük Sopa” olarak açıklanan politikanın bir benzeriydi. Bir asır önce ABD çıkarları gereğince “arka bahçesi”ne müdahale edeceğini söylemiş bunun ilk sonucu olarak Kolombiya toprağı olan Panama bu ülkeden koparılmıştı. Sonra sırasıyla tüm Orta Amerika ülkeleri işgal edilmişti.
Erdoğan tam da Trump yönetiminin pervasız emperyalist politikasını ilan ettiği sırada Venezuela’da bulunması gerekirken gezisini erteleyerek büyük bir geri adım atmış oldu. Oysa bir “van minüt” ile Arap coğrafyasının kalbini kazanan “dünya lideri” olarak, bu defa ABD’ye karşı dik duruşunu Venezuela’da gösterebilirdi. Eğer bunu yapsaydı hafızalardan silinmeyecek şekilde tarihe geçebilirdi.
Ne yazık ki Erdoğan tarihi bir fırsatı geri tepti. Böyle bir meydan okuma Türkiye’nin stratejik konumunu, küresel bir ölçeğe taşıyacaktı. Fakat Erdoğan yeni bir cephe açmaktan ve Fransa’da yaptığı gibi “uyumlu” bir profil çizerek, çatışmaktan kaçındı.