İslamcılık hiçbir yerde çarpışarak yükselmedi. Şimdi de çatışmadan sahneden çekiliyor.
Yerini bütün cephelerde Türk milliyetçiliğine bırakıyor. Henüz gövdesi dahi görünmemesine rağmen Türk milliyetçiliği hem iç hem dış politikada stratejik etkisini hissettirmeye başladı.
Meseleyi biçimsel bir iktidar değişimi, birinin yerini ötekine bırakması olarak değerlendirmeyin. Bu bir siyasetin yalnızca ülkenin değil küresel koşullara da cevap verme kapasitesiyle ilgilidir.
Basit bir örnek olarak Fatih Altaylı’nın sözlerini alabiliriz. “İktidarın doktrinini savunacak adamı yok.” diyor Perinçek’in neden televizyonların kadrolu konuğu olduğunu açıklarken.
Davutoğlu’nun tabiriyle “28 Şubatçı” biri iktidarın sözcülüğünü yapıyor. (28 Şubat’ı olduğu gibi 12 Eylül darbesini de savunan Perinçek’in her iki dönemi de hapiste geçirdiğini ve bugünkü serbestliğinin istisna olduğunu da belirtmeliyim.)
Sorun İslamcı eksenden gelen siyasetin varacak bir yeri olmamasından kaynaklanıyor.
Kadrolarının bu kadar sağa sola savrulmasının nedeni de bu.
Nagehan Alçı bile Türk milliyetçiliğinin kalıcılığını görmek zorunda kaldığına göre ortada tartışmasız bir gerçek var: Türkiye tam bir asır sonra, üstelik aynı cephelerde silah gösterirken, Türk milliyetçiliği yeniden tarih sahnesine çıkıyor.
On beş gün önce Anadolu Ajansı’nın geçtiği habere göre, “Hukuk Fikir Platformu” çatısı altında bir araya gelen yüz dolayında avukat “Doğu Türkistan” sorununu Birleşmiş Milletler’e taşımak üzere çalışma yaptıklarını bildirdi.
Bu küçük haber önemsiz gibi görünebilir. Ancak Doğu Türkistan denilen yer Uygur Türklerinin yaşadığı ve resmi olarak Çin’in “Sincan Eyaleti” olarak tanıdığımız topraklardır.
Her ne kadar haberin içeriğinde Doğu Türkistan Maarif ve Dayanışma Derneği Başkanı Hidayet Oğuzhan “Çin'in toprak bütünlüğü için Doğu Türkistan sorununun bir an önce çözülmesi gerektiğine inanıyoruz.
Bizim camilerimiz, Kur'anımız ve seccademiz de Çin için hiçbir şekilde tehdit değildir” dese de “Doğu Türkistan” ifadesi bile Çinliler tarafından düşmanlık olarak değerlendirmeye yeter.
Çin otoriteleri Türkleri binlerce yıldır sorun olarak görüyor. Çin’in Türkleri asimilasyon politikaları Orhun Abidelerinde kayıtlı. Türklerin din, dil ve törelerini koruyarak Çinliye dönüşmemiş olması ise onlar açısından derin bir tarihsel mesele. Fakat bugün Çin’in Uygurlar’a yönelik olağanüstü baskı politikalarını sadece asimilasyonla açıklayamıyoruz.
Açıkça söylemek lazım; Türkler, Çin otoriteleri ve Han sülalesi tarafından “iç tehdit” hatta “iç düşman” olarak görülüyor. Çin’in İpek Yolunu yeniden hayata geçirme ve küresel egemen olma hayalleri önünde engel gibi değerlendiriliyor.
Kuşkusuz bunda ABD destekli cihatçı örgütlerin kışkırtıcı faaliyetlerinin de payı var. Ancak bu hiçbir terörist eyleme katılmamış milyonlarca Uygur Türkünün eğitim kampları adı altında yargısız ve keyfi biçimde hapsedilmesini haklı gösteremez.
Daha geçen hafta Trump “Uygur İnsan Hakları Yasası”nı imzalayarak yürürlüğe koydu. ABD 1,6 milyon km2 genişliğindeki bir coğrafyada, yirmi milyondan fazla nüfusa sahip Uygur Türklerini görmezden gelemez. Tabi ki küresel rakibi Çin’i Uygur kartını masaya sürerek sıkıştırmaya çalışacak. Ve elbette Uygurların millet olarak varlığını sürdürmesini isteyen herkes bu iki küresel gücün çatışmasından faydalanmaya çalışacaktır.
Uygur Meselesine reel politika açısından bakarsak Türk milliyetçilerine ve Türk diplomasisine küresel ölçekte bir siyaset alanı açıldığını görürüz. Belki de Türk diplomasisi bunu fazla belli etmese de çoktandır elinin altında tutuyordur.
Türkiye’nin asıl problemi yeni küresel kamplaşmada yerini Batıya kabul ettirmemesinde yatıyor. Bu bakışla Libya cephesi ile Doğu Türkistan’ın aynı hatta yer aldığını tespit edebiliyoruz.
Daha net biçimde ifade edersek; Türkiye İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan iki kamplı dünyada, Kore savaşına asker göndererek batı bloğuna kendini kabul ettirmişti.
Şimdi kartlar yeniden karılıyorken Türkiye, Rusya’ya karşı Suriye ve Libya’da açık askeri varlığını ortaya koymuş olmasına rağmen batı bloğuna kendini henüz kabul ettirememiş durumda.
Geçmişte ABD ağırlığını koyarak Türkiye’yi Atlantik İttifakına dahil etmişti. Fakat bugün ABD’nin Avrupa’daki ağırlığı İkinci Dünya Savaşı sonrasıyla karşılaştırılamayacak ölçüde zayıf. NATO’daki en net ayrım Türkiye konusunda ortaya çıkıyor. Bu nedenle Libya’da ve Suriye’de Fransa ile açık çatışma durumuna geldik. Türkiye batılı ortaklarına rağmen kendini batıya kabul ettirmeye çalışıyor.
Eğer Atlantik İttifakı içindeki bu ayrım aşılırsa, Türkiye 70 yıl sonra kendini batı bloğunda eskisinden daha güçlü biçimde konumlandırabilir. İşte bu çatışma sadece Türkiye’nin değil aynı zamanda Türk Milliyetçiliğinin kaderiyle yakından ilgili.
Bir tarafta Mısır, Arap milliyetçiliğinin bayrağını eline almış Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı cephe oluşturuyor, diğer taraftan Rusya bizi kuzeyden ve güneyden kuşatıyor, Suriye-Irak hattında bir Kürt oluşumu şekilleniyor.
Tüm bu gelişmelere Türk Milliyetçiliğinden başka cevap verebilecek bir doktrin ufukta görünmüyor. Bu cevap aynı zamanda Türkçü temeller üzerine inşa edilen bu devletin kaderini de yakından ilgilendiriyor.