27 Nisan 2007 sabahı, o sırada çalıştığım televizyon kanalına doğru giderken yolda Cumhuriyet gazetesi okuyordum. O gün Ahmet Necdet Sezer’den boşalacak olan Cumhurbaşkanlığı makamı için mecliste oylama yapılacaktı.
Cumhuriyet de “367 Paniği” başlığıyla çıkmıştı. Gazete Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun 26 Aralık 2006’da yayımladığı makalesine işaret ediyordu. Haber merkezine varınca hemen Sabih Kanadoğlu’nu aradım. Kanadoğlu meseleye Anayasa hukuku açısından bakıyordu. Canlı söyleşi yapmayı istemedi ama meclis yeterlilik sayısının 367 olduğunun altını kesin bir dille çizdi.
Meclis ve dışındaki muhalefetin stratejisini ise siyasetçiler değil tam dört ay önceden bir hukuk insanı belirlemişti. Bulunduğum kanal dahil olmak üzere yazılı ve görsel medyanın büyük kısmında bu 367 rakamı öne çıkarılıyordu.
AKP tek başınaydı ve ancak 357 milletvekili toplayabildi. Bunun üzerine CHP oylamanın iptali için Anayasa Mahkemesine gitti. 6 Mayısta tekrar eden oylamada yine sonuç değişmedi.
“Cumhuriyetçi” kesim cumhurbaşkanlığının toplumsal uzlaşma olmadan gerçekleşmesine karşı olduğunu söylüyor ve mevcut Meclisin seçemeyeceği propagandasını yapıyordu. Ancak tarihi boyunca Cumhurbaşkanı hep meclis tarafından seçildiği gibi hiçbir zaman arkasında toplumsal uzlaşma aranmamıştı. O günkü tavrın gerekçesini ise “Cumhuriyet Mitingleri”ndeki “Çankaya yolları imamlara kapalı” sloganında buluyorduk.
14 Nisan’dan 13 Mayıs’a bir ay içinde beş büyük “Cumhuriyet Mitingi” gerçekleştirildi. Başta Tuncay Özkan’ın KanalTürk’ü olmak üzere medyanın canlı verdiği bu mitinglerin bir kısmına katıldım. Özünde hiçbir siyasi birlikteliği olamayan, orta sınıf ve üzeri geniş bir kitle; tam olarak amacı ve özellikle kimin organize ettiği belirgin olmayan bir siyasal harekete dönüşüyor gibiydi.
Fakat bu bir başlangıçtan çok bir sondu. Çünkü siyasi gibi görünen bu hareket aslında siyaset yapmıyordu. Sadece laiklik, Atatürkçülük gibi belli ön kabulleri kullanarak oldukça sınırlı bir hedef olan AKP’nin bir Cumhurbaşkanı seçmesini engellemeye çalışıyordu.
Bunu kimileri AKP’nin iktidardan düşürülmesinin başlangıcı olarak görüyor, kimileri de onu “ehlileştirme” amacını güdüyordu. Sürecin bir askeri darbeye evrilmesi fantezisi içinde olan az sayıda fakat kendisine büyük misyonlar biçmiş, emekli bürokratlar gibi tuhaf kişiler de ortalıkta boy gösteriyordu.
Bu arada o dönemi yaşayanlar Tuncay Özkan’ın nasıl bir tür “Cumhuriyet Yıldızı”na dönüştüğünü anımsayacaktır.
Bir koruma ordusuyla gezen Özkan sadece mitinglerin değil lüks otellerde düzenlenen toplantıların da baş aktörüydü. Kendine Cumhuriyet Kadınları diyen bir kesim ona adeta tapıyordu. Oysa “çok yaşa varol, sen olmasan biz mahvolmuştuk” dedikleri Özkan, 8-10 ay sonra KanalTürk’ü İpek Grubuna satacaktı.
Kuşkusuz ortada toplumsal bir olay vardı. Ama her nedense bu durumun temsilcisi olarak tanımlayabileceğimiz bir siyasi yapı görünürde yoktu. Kürsüde siyasi bağlantıları şaibeli kişiler görünüyordu. Ayrıca bazı kaynaklara göre Jandarma mitinglere destek sağlamıştı. Zaten mitingler başlamadan iki gün önce 12 Nisan’da Genelkurmay başkanı Büyükanıt “laik demokratik devlete sözde değil özde bağlı bir cumhurbaşkanının seçileceğini umut ediyorum” açıklamasını yapmıştı.
Erdoğan bu gelişmelere siyasetin tüm araçlarını kullanarak cevap verdi. Önce mecliste bir uzlaşma aradı. Gelişmeleri kendi seçmen kitlesini konsolide etmek için başarılı biçimde kullandı. Herkes Cumhuriyet Mitinglerine odaklanmışken Erdoğan’ın gözü 5 Mayısta ilan edilen ANAP-DYP birleşmesindeydi.
İki “merkez sağ” partinin Demokrat Parti adı altında birleşmesi AKP’nin tek başına doldurduğu alanı bölecekti. Bu Cumhuriyet Mitingleri’nden daha büyük bir tehditti. (Sonuçta birleşme gerçekleşemeyecek ve ANAP seçimlere katılamayacaktı.)
Erdoğan’ın bu sürece noktayı koyan iki hamlesi ise Cumhurbaşkanının meclis değil, halk tarafından seçilmesini yasalaştırması ve erken genel seçimlerin ilanıydı. Bunlar, karşı cephenin, AKP’nin seçeceği cumhurbaşkanının yeterli “toplumsal desteğe” sahip olmadığı propagandasına son verecekti.
Bu sırada istihbarat kurumları arasında çatışma başlamıştı. 5, 10 ve 11 Mayıs 2006 tarihlerinde Cumhuriyet gazetesine el bombaları atıldı. Bir hafta sonra Danıştay saldırısı gerçekleşti. 19 Ocak 2007 Hrant Dink’in öldürüldü. Tam üç ay sonra Malatya’da Zirve yayınevi katliamı gerçekleşti.
Saydığım olayların failleri analiz edildiğinde herhangi bir siyasi bağlantı bulmak mümkün değildi. Hepsinin ortak yanı lümpen ve ruhsal sorunlu kişiler olmasıydı. O günlerin atmosferini düşündüğümde etrafta çok sayıda bu tarz kişinin gezdiğini hatırlıyorum. Kimin kime neyi ihale ettiği belli olmayan bir dönemdi.
Bir örnek olarak Kıbrıs kahramanımız Muzaffer Tekin’in başına gelenleri verebilirim. Bürosuna girip çıkanlar içinde böyle serseri mayınlar vardı.
Danıştay saldırısıyla bu yüzden ilişkilendirildi. Düşürüldüğü tuzağı anladığında dünyası başına yıkıldı ve intihara kalkıştı. Rahmetli Tekin bunu izleyen süreçte “politikleşti” fakat “politik bir aktör” olabilmek için artık çok geçti. Ne yazık ki Tekin’in durduğu yerden tayin edici bir siyasi hareketin kendini gerçekleştirme ihtimali yoktu.
Burada uzun uzadıya tartışamayacağımız bir başka konu da Ergenekon’dan Silivri’ye uzanan sürecin kimin tarafından inşa edildiğidir.
Türkiye’deki her gelişmeyi kendilerine bağlayan, gücünü abartan ve herkese Atatürkçülük, milliyetçilik, solculuk ya da vatanseverlik öğretme misyonunu benimsemiş kimileri bu sürecin yaratıcısı oldukları iddiasındadır.
Oysa bu sürecin gerçek siyasal aktörü olsalardı Silivri’den çıkıldığında onları bir yerlere taşıyacak bir harekete sahip olurlardı. Silivri’den bir siyaset çıkarmak bir yana kendilerini söndürüp bir yerlere eklemlendiler.
Silivri Süreci gerçekte Erdoğan’ın FETÖ’yü dengeleme siyasetinin bir ürünüydü. Cumhuriyet Mitinglerinden kalan kitle desteği akıllıca Silivri’ye yönlendirildi. Ve böylece FETÖ ile ilişkili yargı kuşatıldı. 17 Aralık 2013 polis-yargı eliyle darbe girişimi ise kapıların açılmasını sağladı.
Sonuçta “27 Nisan Süreci” olarak tek bir başlıkta toplayabileceğim 2007-2014 arasındaki bu gelişmelerin kaderini belirleyen tüm siyasetlerin merkezinde Erdoğan bulunmaktadır. Bu dönemde Erdoğan’ın siyasi hamleleri hep somut-sonuç alıcı ve ders niteliğindedir. Karşısındaki cephe ise siyasetsiz kalmış, halkın güvenmediği kişilerin peşinde hep aynı ezberleri tekrar etmiştir.